FETÖNÜN İŞLEDİĞİ CİNAYETLER

“FETÖ’nün bir terör örgütü olduğundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.  Bugün FETÖ militanlarının işlediği birçok cinayetteki sır perdesi aralanmaktadır.” Diyoruz ve bu iddiamıza bizzat FETÖ militanlarının itirafları ile ortaya konan yüzlerce delil sunuyoruz. Ancak özellikle geçmişte FETÖ ile bağı olan, o şeytani yapıya hizmet eden ve bağlılığını “Gassalın elinde meyyit” (Ölü yıkayıcısının elindeki ölü) gibi tesis edenlerle bazı diğer çevrelere bunu anlatmak deveye hendek atlatmaktan zor geliyor.

Neymiş efendim, böyle terör örgütü olur muymuş?

FETÖ’nün terör örgütü olduğunu kabul etmemek için ya kör olmak ya da FETÖ militanı olmak gerekir.  Çoğu insan bilgisizliğinden böyle cevap verse de kripto FETÖ militanları sistemli biçimde FETÖ’nün terör örgütü olmadığı propagandasını yapmaya devam ediyor.

FETÖ militanlarına laf anlatılamayacağı açıktır. Bilgisizlikten bunu iddia edenlere ise bazı bilgileri toplu olarak vermenin faydalı olacağına inanıyorum.

Her ne kadar verdiğimiz bilgiler medyada zaman zaman işlense de çoğu hızlı gündemin arasında kaybolup gitmiştir. 

Bu şeytani yapı tarafından işlenen cinayetleri, yıkılan hayatları, yok edilen umutları ve 15 Temmuz’da katledilen 252 kişiyi görmezden gelenler elbette bu yapıyı terör örgütü olarak görmez!

FETÖ sadece işlediği fiziki cinayetlerle terör örgütü değil. Bu sinsi örgütün bir de “Dijital ve ekonomik terör” dediğimiz yönleri var ki, bu alanda gerçekleştirdiği operasyonlarla yüzbinlerce kişinin hayatıyla oynamışlardır.

Anlatılan gerçeklerden hareket ederek yıllar önce bu şeytani yapının terör çeşidini “Sofistike Terör” yani “iç içe girmiş, karmaşık, karanlık” bir terör olarak isimlendirmiştim.

Genç yaşlarda ihtilal yapmayı kafasına koyduğunu itiraf eden FETÖ lideri Gülen’in hedefine gitmek için her yolu meşru gören bir psikopat olduğunu da yakinen bilenlerdenim.

FETÖ tarafından direkt veya endirekt öldürüldükten sonra TSK, emniyet ve yargı içindeki asker, polis, savcı ve hâkim militanları tarafından üstü kapatılmaya çalışılan birçok cinayet verdir. Son otuz sene içinde bu yapının direkt veya endirekt olarak işlediği cinayetleri toplu olarak hatırlamak, bu örgütün nasıl kanlı ve karanlık bir yapı olduğunu yeniden göz önüne serecektir. İnşallah bu cinayetleri ayrıntılarıyla “FETÖ’nün İşlediği Cinayetler” isimli kitabımızda yayınlayacağız.

Şimdi isterseniz FETÖ’nün işlediği veya taşeronlarına işlettiği cinayetleri özet olarak hatırlayalım:

Cumhurbaşkanı Turgut Özal Suikastı

Turgut Özal, 17 Nisan 1993 günü kalp krizi geçirerek hayatını kaybettiği iddia edildi. Ama şüpheler bu ölümün FETÖ tarafından işlenmiş bir suikast olduğuna işaret ediyordu. GATA’ya götürülen Özal’ın naaşı, nöbetçi Tabip Binbaşı Mustafa Sarsılmaz tarafından teslim alınmıştı. Bu kişi FETÖ’nün çekirdek kadrosunda yer alıyordu ve 15 Temmuz’dan sonra firar etti.  Özal’a otopsi yapılmadı, alınan kan örneği kayboldu. Mezarı açılarak yeniden otopsi yapıldı ama inceleyen uzmanlar, “Zehir var ama zehirlenme yok.” Denilen garip bir rapor hazırlandı. Raporu hazırlayan Adli Tıp başkan ve üyeleri 15 Temmuz sonrası FETÖ’cü oldukları için meslekten men edildi ve tutuklandı.

Özal’ın suikastla öldürülmüş olabileceği ile ilgili soruşturmayı yürüten savcı ve Özal’ın zehirlenmesine ilişkin raporu hazırlayan Adli Tıp Kurumu Başkanının FETÖ üyesi olduklarının ortaya çıkması, Özal suikastında FETÖ parmağı olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır.

Özdemir Sabancı Suikastı

 9 Ocak 1996’da DHKP-C militanları Fahriye Erdal, İsmail Akkol ve Mustafa Duyar tarafından öldürülen Özdemir Sabancı’nın esas katillerinin bulunmaması için Ergenekon, Hrant Dink ve 17-25 Aralık darbe girişimini organize eden FETÖ’cü militan firari savcı Muammer Akkaş tarafından dosya üç yıl boyunca bekletildi. Bu da FETÖ ile bazı örgütlerin işbirliği yaptığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Zaten Emniyetin hazırladığı bir raporda da bu gerçek delilleriyle ortaya konmuştur.

Cevzet Soysal Cinayeti

Hizbullah’a yönelik olduğu iddia edilen bir dizi kaçırma eylemi neticesinde ortadan kaybolan ve bugüne kadar da izine rastlanılmayan Cevzet Soysal’ın 1998 yılında yine FETÖ tarafından infaz edildiği öne sürüldü. 9 Kasım 1998’de kaybolmasına rağmen cesedi hâlâ bulunamayan ve Fetöcüler tarafından Hizbullah mensubu olduğu iddia Cevzet Soysal cinayetinin altında örgütün kumpaslarından Ergenekon operasyonları için zemin hazırlama girişimleri yatıyordu.  

Ali Gaffar Okkan Suikastı

15 Temmuz günü gerçekleştirilen FETÖ’cü darbe girişimi, Türkiye tarihinde faili meçhul kalmış bir cinayetin dosyasını da yeniden açtı. Diyarbakır Emniyet Müdürü iken 24 Ocak 2001 günü faili meçhul bir suikast ile öldürülen Ali Gaffar Okkan’ın şehit edilmesinin Diyarbakır 8. Ana Jet Üs ve 2. Taktik Hava Komutanlığı’nda görevli FETÖ’cü subaylar tarafından gerçekleştirildiği iddia edildi. Bu Jet Üssü’nün 15 Temmuz darbe girişiminde TBMM’yi bombalayan uçaklara ev sahipliği yapması ve FETÖ’cü subayların Üs’deki varlığı cinayetin arkasındaki FETÖ yapılanmasına delil oluşturdu.

Üzeyir Garih Cinayeti

Yahudi asıllı Türk iş adamı olan Üzeyir Garih 25 Ağustos 2001 günü Eyüp Mezarlığı’nda bıçaklanarak bir cinayete kurban gitti. Ancak cinayet dosyası paralel savcılar elinde kapatılmaya çalışıldı. Dosya Ergenekon ile birlikte tekrar açıldı ve Ergenekon zanlılarına yıkılmaya çalışıldı. Cinayeti Ergenekon sanıklarına yıkmak isteyen savcı ve hâkimlerin tümü FETÖ militanı çıktı. Kimi tutuklandı kimisi ise firar etti. Üzeyir Garih’in özellikle Rusya’da açılan okullarla ilgili FETÖ ilişkisi biliniyordu.

Necip Hablemitoğlu Cinayeti

Emniyet içindeki FETÖ yapılanmalarını ilk deşifre eden gazetecilerden Necip Hablemitoğlu, FETÖ hakkında yazdığı “Köstebek” isimli kitabı yayınlanmadan kısa süre önce Ankara’da 18 Aralık 2002 tarihinde bir suikastla öldürüldü. Necip Hablemitoğlu cinayetinin FETÖ yapılanmasını deşifre ettiği ve Alman vakıflarla ilgili çalışma yaptığı için öldürüldüğü ortaya çıktı.

Danıştay Cinayeti

FETÖ elebaşı Gülen’in yeğeni Kemalettin Gülen tarafından kışkırtılan Alparslan Arslan 17 Mayıs 2006 tarihinde Danıştay’ı basarak İkinci Daire üyesi Hakim Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürmüş ve aralarında daire başkanı Mustafa Birden’in de yer aldığı dört üye ise yaralanmıştır. Yapılan araştırmalar sonunda bu cinayetlerin Danıştay’daki FETÖ yapılanması ile ilgili olduğu ortaya çıktı.

İsmailağa Cinayetleri

Bir gizlenme ustası olan ve örgütünü dini gizleme ile yürüten Gülen, dini alanında otorite olmak amacıyla kendisine muhalif İslami toplulukları hedefine koydu. İsmailağa Cemaati de bunlardan biriydi. 1998 yılında Mahmut Ustaosmanoğlu’nun damadı ve cemaatin önde gelen hocalarından olan Hızır Ali Muratoğlu camide bir meczup tarafından öldürüldü. Yine 2006 yılında İsmailağa cemaatinin önde gelen hocalarından emekli imam Bayram Ali Öztürk’te cami içerisinde öldürüldü. Her iki cinayeti işleyenler de öldürüldü. Yapılan araştırmalar sonunda bu cinayetlerinin arkasında FETÖ militanlarının olduğu ortaya çıktı. FETÖ özellikle dinler arası diyalog çalışmalarında önünde engel gördüğü İsmailağa cemaatini böylelikle yola getirmişti. İsmailağa mensubu olan Cübbeli lakaplı Ahmet Mahmut Ünlü’nün de fuhuş çeteleriyle işbirliği ortaya çıkıp tutuklanmasının ardından 15 Temmuz’un baş mimarı Adil Öksüz tarafından cezaevinde ziyaret edilmiş ve tahliyesi sağlanmıştı.

Hırant Dink Cinayeti

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink cinayetinde FETÖ’nün Emniyet ve Jandarmadaki militanları aktif rol oynadı. 2007 yılında Ogün Samast tarafından öldürülen Dink cinayeti, FETÖ tarafından ulusalcı ve milliyetçi kesimlere yıkılmaya çalışılarak Ergenekon operasyonlarına zemin hazırlandı. FETÖ’nün gazeteci tetikçilerinden Adem Yavuzaslan Dink cinayetini Ergenekon üzerine yıkmak için bir kitap bile yayınladı.

Behçet Oktay Cinayeti

Özel Harekât Daire Başkanı Behçet Oktay 25 Şubat 2009 günü Ankara Dikmen’de bir arabanın içinde ölü olarak bulundu. Cinayete intihar süsü verilmişti. Ancak Behçet Oktay’ın Özel Harekât içerisinde FETÖ yapılanmasına izin vermediği için öldürüldüğü açığa çıktı. FETÖ militanlarının cinayetten altı gün önce Behçet Oktay’ın telefonlarını “Hizbullahçı” olduğu iddiasıyla Fetöcüler tarafından dinlemeye alındığı ortaya çıktı.  Dinlemeyi yapan eski İstihbarat Dairesi Başkanı FETÖ’cü Ramazan Akyürek 2015 yılında Hırant Dink cinayetine ilişkin soruşturmada tutuklandı.

Muhsin Yazıcıoğlu Cinayeti

Muhsin Yazıcıoğlu’nun içinde bulunduğu helikopter, 25 Mart 2009 tarihinde Kahramanmaraş’ta düştü. Enkaz üç gün bulunamadı. Enkazın bulunmasının ardından FETÖ’nün elebaşı Gülen, örgüte ait internet sitesinde ‘Alperen ve Liyakat’ başlıklı yaptığı konuşmada adeta suikastı itiraf etti. FETÖ Muhsin Yazıcıoğlu’nu kendisine itaat etmediği için büyük bir suikast planıyla katlettirdi. Suikasttan sonra helikopterin radar altimetresini söken TSK personelleri 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Erdoğan’a suikast timinde yer aldı ve tutuklandılar.

Albay Ali Tatar İntiharı

Yarbay Ali Tatar görevi sürecinde FETÖ’cü polis müdürü Yurt Atayün tarafından fişlendi. Yine FETÖ’cü savcı Süleyman Pehlivan tarafından kendisine vatana ihanetten dava açıldı. Akabinde FETÖ yayınları tarafından kendisine karşı sistematik karalama ve iftira süreci yürütüldü. Tüm bu yaşananlar Ali Tatar’ı intihara sürükledi. 19 Aralık 2009 tarihinde Beylerbeyi’nde kaldığı askeri lojmanlarda tabancasıyla intihar etti. Fetöcüler intiharından sonra bile iftira ve karalamalarına devam etti.

Haydar Meriç Cinayeti

FETÖ yapılanmasının lideri Gülen’in cinsel ilişkileriyle ilgili (Gülen’in homoseksüel olduğu ve bir tuvaletçi ile cinsel birliktelik yaşadığı iddia ediliyordu.) kitap yazma hazırlığında olan gazeteci Haydar Meriç, 31 Mayıs 2011 yılında kaçırıldı. Cesedi 18 Haziran 2011’de elleri ve ayakları domuz bağıyla bağlanmış şekilde denizde bulundu. FETÖ’nün emniyet içindeki militanları tarafından öldürüldükten sonra helikopterden denize atıldığı ortaya çıktı.

Hakim Adayı Didem Yaylalı İntiharı

23 Ağustos 2013 tarihinde HSYK içindeki FETÖ’cü hakimlerin kendilerine biat etmediği için uyguladığı baskı sonucu Hakim adayı Didem Yaylalı intihar etti. Didem Yaylalı’nın hikayesi FETÖ’nün yerleştirme hakim ve savcılarının devlet kurumlarında astlarına yaptığı baskıyı gözler önüne serdi.

Andrey Karlov Suikastı

19 Aralık 2016’da Türkiye ile Rusya’nın arasını açmak isteyen FETÖ militanları Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’u suikast sonucu katletti. Ankara Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’nde görevli tetikçi Mevlüt Mert Altıntaş ve azmettiricileri FETÖ militanları çıktı.

ASELSAN Cinayetleri

2006-2007 yıllarında 6 ay içinde ASELSAN’da çalışırken esrarengiz bir şekilde çoğu intihar süsü verilmiş cinayete kurban giden yedi mühendisin öldürülmesinde FETÖ’nün parmağı çıktı. Başbakanlık Teftiş Kurulu intihar görünümlü cinayet vakalarını inceledi. Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na sunulan raporda mühendislerin uzaktan elektromanyetik saldırıyla intihara yönlendirildiği tespit edildi.

Savunma Sanayii Müsteşarlığı, Aselsan, Havelsan, Tusaş, TÜBİTAK gibi kurumlarda, yerli savunma sanayii üretiminde ‘Milli Tank, Gemi, Uçak, Helikopter İHA ve Uzun Menzilli Füze Savunma Sistemleri’ projelerinde çalışan stratejik ve kozmik bilgilere sahip mühendis ve üst düzey yöneticilerin 2008- 2010 yılında FETÖ tarafından illegal olarak dinlemeye alınmaları, genelde intihar süsü verilmiş tuhaf ve şüpheli ölümlerin faillerinin kim olduğunu ortaya koydu.  

Zirve Cinayetlerinde FETÖ Parmağı

“Dinler arası diyalog ve hoşgörü” sloganını kendisine maske yapan FETÖ 2000’lerde Hıristiyan yurttaşları hedef göstermekteydi. Bu çerçevede 18 Nisan 2007’de Malatya’da İncil satan Zirve Yayınevi Katliamı gerçekleştirildi. Biri Alman ikisi Türk vatandaşı üç Hristiyan öldürüldü. Ancak FETÖ’nün savcı ve hakimleri açılan dava üzerinden karartma ve kumpas yaptı. Dava sürecinde tanık olarak ifade verenler FETÖ tarafından tehdit edildiklerini itiraf etti.

Kaşif Kozinoğlu Cinayeti

Milli İstihbarat Teşkilatı bünyesinde büyük hizmetler yapan ve “Hayalet” lakabıyla bilinen Kaşif Kozinoğlu, Orta Asya’da ve Afganistan’da FETÖ yapılanmalarına karşı çıkıyordu. Kozinoğlu, FETÖ’cü savcı ve hakimlerinin kurdukları bir tezgahla Oda TV davası kapsamında tutuklandı. Ancak ne hikmetse hiçbir sağlık sorunu olmayan Kozinoğlu, 2011 yılında Silivri’de kalp krizi geçirdiği iddia edilerek hayatını kaybetti. Kozinoğlu FETÖ’ye bağlı okulların CIA’e rapor verdiğini tespit etmiş ve kapatılmaları için büyük mücadele vermişti. Kozinoğlu cinayetinin FETÖ militanları tarafından işlendiği artık gizlenemiyor.

 Defne Joy Foster Cinayeti

Defne Joy Foster, 2 Şubat 2011 tarihinde FETÖ tutuklusu Ahmet Altan’ın oğlu Kerem Altan’ın evinde hayatını kaybetti. Taraf gazetesinde Yazı İşleri Müdürü olarak çalışan Kerem Altan FETÖ’nün kumpas operasyonlarının medya ayağında rol alan biriydi. Kerem Altan’ın babası Ahmet Altan ise 15 Temmuz’dan bir gün önce darbenin sinyalini vermiş ve FETÖ soruşturması kapsamında tutuklanmıştı. Ahmet Altan, örgütü cansiperane savunan bir isim olarak biliniyor. Bu sebeple FETÖ militanı savcı ve hâkimler tarafından cinayetin örtbas edildiği iddia edildi.

Reyhanlı Saldırısı

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük ikinci terör saldırısı 11 Mayıs 2013 günü Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde 2 adet bomba yüklü araç patlatılarak gerçekleştirildi. 52 kişi öldü, 146 kişi ise yaralandı. Soruşturmanın ilerleyen safhasında 1 Ocak 2014’te MİT’e ait yardım TIR’larını durduran ve bu nedenle hakkında soruşturma açılıp tutuklanan FETÖ’cü savcı Özcan Şişman’ın Reyhanlı katliamı sırasında da MİT’ten saldırının istihbaratını aldığı ancak emniyet teşkilatını harekete geçirmediği ortaya çıktı. Soruşturmayı yürüten savcının ortaya çıkardığı ve savcı Şişman’ın Can Dündar’a gönderdiği mektupta MİT’ten istihbaratı aldığını bizzat kendisi itiraf etti.

Savcı Mehmet Selim Kiraz Cinayeti

31 Mart 2015 günü, İstanbul’un Şişli ilçesindeki İstanbul Adalet Sarayı içerisinde gerçekleşen silahlı saldırıda Savcı Mehmet Selim Kiraz DHKP-C örgüt militanları tarafından önce rehin alındı, sonra da şehit edildi. Savcıyı katleden katillerden Şafak Yayla’nın Akyazı Anadolu Lisesi’nde eğitim görürken FETÖ’ye mensup bir dershaneye gitmesi bu cinayette de FETÖ izi şüphesini akıllara getirdi. FETÖ’nün bazı sol örgütlerle işbirliği yaptığı 15 Temmuz sonrası bizzat emniyet raporları ile açığa çıkmıştı.

Savcı Kiraz rehin alındığında teröristlerin kimlikleri bilinmiyordu. Kiraz’ın rehin alındığı ilk dakikalarda teröristlerin ismini FETÖ’den ihraç edilen polis amiri Kadri Cemil Yiğit duyurdu. Hâlen FETÖ tutuklusu olan Yiğit, yüzü maskeli olan teröristi gözlerinden tanıdığını iddia etti. 

Teröristin FETÖ firarisi akrabası FETÖ’nün önde gelen isimlerinden emniyet mensubu Ahmet Sait Yayla savcıyı şehit eden terörist Şafak Yayla akraba çıktı. Yayla, Kasım 2015’te ABD’ye kaçtı ve firar ettiği ABD’de Türkiye aleyhine kara propaganda yürütüyor.

15 Temmuz Cinayetleri

FETÖ kendi ifadesiyle daha yirmili yaşlarda darbe yapmayı planlamıştı. Sonunda bu hayaline kavuşmak için 15 Temmuz 2016 tarihinde girişimde bulundu ve Türkiye tarihinin en büyük toplu cinayetlerden birini işledi.

15 Temmuz darbe girişiminde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve ülkenin varlığını tehlikeye düşürmek ve devlet otoritesini ele geçirmek için kullanan FETÖ, o gece gerçekleştirdiği eylemler sırasında büyük çoğunluğu sivil 252 insanı öldürdü, 2 bin 301 kişiyi yaraladı. Tarihte görülmedik bir şekilde FETÖ militanları uçaklarla, helikopterlerle ve tanklarla milletin üzerine ateş yağdırdı.

Emniyet Müdürü Aytuğ Verdi Cinayeti

Rize Emniyet Müdürü Altuğ Verdi 11 Aralık 2018’de makam odasında polis memuru İsmail Hakkı Sarıcaoğlu tarafından şehit edildi. Cinayeti işleyen polisin FETÖ üyesi olduğu 15 ay sonra ortaya çıktı. Sarıcaoğlu’nun FETÖ bağlantıları, örgüt imamlarıyla iletişimleri tespit edildi.

Altuğ Verdi, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sırasında İstanbul Üsküdar İlçe Emniyet Müdürü olarak görev yapıyordu. O gece İstanbul’da darbecilerle göğüs göğüse çarpışmıştı.

Altuğ Verdi’nin örgüte karşı meslektaşları tarafından bilinen tavrı, görev yaptığı birimler ve 15 Temmuz darbe girişimine karşı direnişiydi.

Araştırma derinleştikçe cinayeti işleyen Sarıcaoğlu’nun FETÖ’nün Rize mahrem imamı Kadir Doğan ile hem telefon görüşmeleri hem de yüz yüze yaptıkları görüşmeler tespit edildi.

Yukarıdan beri özetlemeye çalıştığım cinayetler bizzat FETÖ denen CIA tetikçisi örgüt tarafından işlenmiştir. Bu şeytani yapının dijital ve ekonomik alanlarda işledikleri cinayetlerin ise haddi hesabı yok. Bu alanlarda onbinlerce insanın hayatıyla, mesleğiyle ve ekmek parasıyla oynadılar ve örgütlerine maddi kazanç sağladılar

15 Temmuz sonrası tutuklanan birçok örgüt üyesi etkin pişmanlık yasasından faydalanmak için itirafçı oldu ve bu yapının bütün pislikleri ortaya saçıldı.

Bunca itirafa ve delile rağmen hala FETÖ’nün bir terör örgütü olmadığını ileri sürenler bunu cehaletlerinden dolayı yapmıyorlarsa satılmış vatan hainlerinden başkası değildir.

Bir kez daha altını çizerek söylüyorum: FETÖ Türkiye tarihinin en karanlık örgütlerinden biridir ve bir CIA yapılanmasıdır. Bunu böyle görmeyerek onu küçükseyenler, FETÖ’nün bir terör örgütü olmadığını iddia edenler her ne kadar kendilerini gizlemeye çalışsalar da kripto FETÖ militanlarıdır. Bu tipler tarih ve millet önünde elbette hesap vereceklerdir.

FETÖ ile mücadelemiz bu örgüt yok oluncaya kadar devam edecektir. 

POLİTİK ALAN ÇOK KİRLİ!

Politikacılar halkın çıkarlarından farklı çıkarlara sahip olan insanlar topluluğudur.

Abraham Lincoln

Kırk yılı geçen yazı serüvenimde genellikle gündem ile birlikte yok olup giden politik yazılar yazmamaya çalışıyorum. Çünkü gözlemlediğim kadarıyla politik alan çok kirli. Hatta “Haliç’in eski hali bile politik alanın yanında temiz kalır.” Diyorum.

Bunu bana söyleten şey, politik alanda yaşanan çok hızlı fikri ve fiili dönüşlerdir. Öyle hızlı dönüşler yaşanıyor ki bin insan olarak takip etmemiz çok zor.

Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti, Antalya milletvekili seçildiğinde meclise girerken yakalandığı döner kapı için söylediği, “Dönekli bu meclisin kapısında başlamış.” Sözü hafızama çivi gibi saplanmış. Aradan geçen bunca zamana rağmen hala yerini muhafaza ediyor. Çünkü aynı döner kapı yerinde ve durmadan dönüyor!

Bir ara Kubilay isimli bir vekil kısa zamanda çok hızlı parti değiştirdiği için (Galiba 7 parti değiştirmişti.) adı medyada “Fırıldak Kubi” olarak anılmaya başlanmıştı.

Birileri kızsa da bana göre ülkenin bu derece istikrarsız ve çalkantılı bir durumda olmasının en önemli sebepleri arasında politikacıların bu ilkesizlikleri, fikirsizlikleri ve dün siyah dediklerine bugün beyaz demelerindeki “Fırıldaklık” yatıyor.

Politik arenaya baktığımızda karşımıza şu politik figürler çıkıyor:

“Menfaat için politika yapanlar.

Yolsuzluk yapan politikacılar.

Durmadan yalan söyleyenler.

Durmadan fikir değiştirenler.

Durmadan lider değiştirenler.

Durmadan eylem ve söylem değiştiren politikacılar.

Durmadan kendi arkadaşına kazık atmaktan, vefasızlık yapmaktan çekinmeyen tipler.”

Böyle bir ortamda bu ülkede kalkınmadan, istikrardan, ilerlemeden vs. söz edilebilir mi?

Ne iktidar muktedir gibi davranıyor, ne muhalefet.

İktidar icranın başında olmasına rağmen ne zaman kötü bir şey olsa hemen muhalefeti suçluyor. Kendi yapamadığı icraatları muhalefet yapmamış gibi bir algı oluşturabiliyor. Hâlbuki icranın başındakilerinin icradan şikâyet etmeye hakları yoktur.

Muhalefet ise tam evlere şenlik. Memleket için ne kadar faydalı icraat olsa da iktidar yaptığı için karşı çıkılıyor. CHP milletvekili Engin Altay bir konuşmasında bunu, “Biz iktidar doğru yapsa da doğru diyemeyiz. Yanlış demek zorundayız.” cümleleriyle itiraf etmişti.  CHP politik yalanların belki de en çok söylendiği bir parti zaten. Gülmeye ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda videolarını seyrettiğimiz Kılıçdaroğlu’nun söylediği yalanları ve söylemlerindeki politik çelişkileri derlesek herhalde birkaç cilt kitap olur.

Bu durum sadece CHP için geçerli değil. Maalesef hemen bütün partiler ve politikacılar aynı düzlemde politika yapıyor.

İsterseniz hatırladığım kadarıyla bunları bazı somut örneklerle izah etmeye çalışayım:

Numan Kurtulmuş “Has Partiyi” kurduğu dönemde “Çok Fikirli Siyasi Birliktelikler” isimli bir makale yazmış ve bu türden bölünerek kurulan partilerin daha çok “Tepki” esasına dayandığını ve “Biraz da biz yiyelim, biraz da bizim sözümüz geçsin birlikteliği” olduğunu yazmıştım.

Numan Bey, o dönemler muhalefette olduğu için, “Firavunlaşmayacağız, Karunlaşmayacağız.” diyerek iktidarın Firavunlaştığını ve Karunlaştağını ima ediyordu. Ama kısa bir zaman sonra partisini kapatarak Firavunlaştığını, Karunlaştağını iddia ettiği partiye geçerek genel başkan yardımcısı oldu.

Bu sadece Has Parti için geçerli değil. Kurulan partilerin kahır ekseriyetine baktığımızda aynı doğrultuda hareket ettiklerini görüyoruz.

Partisinde iken liderini göklere çıkaranlar, partideki menfaatleri bitip rakip partiye geçence eski liderini adeta yerin dibine sokan o kadar çok politik figür var ki, inanın görünce insanın midesi bulanıyor.

SP’de de durum değişmiyor. Düne kadar yaptıkları bütün açıklamalarda savundukları “Milli Görüşe” düşman ilan ettikleri CHP ile bugün ittifak yapmanın adını “politika yapma” diye açıklayabiliyorlar. SP’nin politik arenada savrulmasını görünce, “Erbakan Hoca mezarında ters dönmüştür.” diyesim geliyor.

Bir eski CHP’li ise gömlek değiştirdiklerini söyleyen Ak Partililer için, “Ne gömlek değiştirmesi, yılan bunlar yılan. Milleti zehirliyorlar.” Diyordu. Şimdi o yılan dediği adamların partisinde bir ilin belediye başkanı olarak politika yapıyor ve hiçte yüzü kızarmıyor.

İyi parti kurucusu Meral Akşener MHP’de iken lideri Devlet Bahçeli için öyle övgüler yapıyordu ki, neredeyse “Bahçeli’yi yarı tanrı ilan edecek” diye korkuyorduk. Ama kendisine koltuk verilmeyince hemen düşman kesildi ve ayrılarak yeni bir parti kurdu. MHP’de iken ne kadar savunduğu fikir varsa yeni partisinde tam tersini savunmaya başladı. Hatta ülkücü olduğunu iddia etmesine rağmen 1980 öncesi üç bine yakın ülkücünün katili olan CHP ile kanka olmaktan geri durmadı.  

Meral hanımı bu derece değişime iten saik neydi? Bunun şifreleri belki de bugünlerde tam bir politik kirlilik yaşayan partisindeki değişimlere bakılarak anlaşılabilir. Kongrelerinde yapılan usulsüzlüklere bizzat kendi partililerini bile isyan ettirdi. İyi parti kurucusu Ümit Özdağ, partinin “İstanbul İl başkanı Buğra Kavuncu’nun FETÖcü olduğunu” açıkladığı için ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk edilerek partiden ihraç edildi. Meral Hanım kendi vekilini ve yola beraber çıktığı “Dava”(!!!) arkadaşını yalancılıkla suçladı. Hâlbuki Ümit Özdağ MHP’den istifa ederken Meral Hanım MHP’lilerin haksızlık ve hukuksuzluk yaptığını söylüyordu. Şimdi söylediğini bizzat kendisi yaptı ve eleştirilerinden dolayı Özdağ’ı partiden ihraç ettirdi. Böyle bir ciddi iddiayı lider olarak araştırması ve sonuçlarına göre hareket etmesi gerekmez miydi?

İhraç edilen Ümit Özdağ’ın,  yapılanların hukuksuz olduğunu ve Meral Akşener’in Türk milletinden ve İyi Parti seçmeninden özür dilemesi gerektiğini söylemesi bu partide nasıl fırıldaklıkların döndüğünün bir göstergesi gibi duruyor.

Özdağ masum mu acaba? MHP’den istifa edip Meral Hanım ile partiyi kurarken şimdi dile getirdiği iddiaları biliyordu ama hangi hikmete binaen şimdiye kadar sustuğunu kendisinin kamuoyunu ikna edecek şekilde açıklaması gerekir.

Şahsen Ümit Özdağ’ın söylediklerinin doğru olduğuna inanıyorum. Basın toplantısında yaptığı bazı açıklamalar Meral Hanım’ın nerelerden nerelere savrulduğunu ortaya koyma bakımından ciddi ipuçları taşıyor. Özetleyerek vereceğim açıklamaları okuyanlar politik arenadaki kirliliğin boyutunu bütün çıplaklığıyla görebilirler:

“İYİ Parti’nin kuruluş aşamasından beri içimizde büyük bir sorun olan FETÖ’cü sızma konusunda Sayın Akşener’i birçok kez uyarmama rağmen, Sayın Akşener Buğra Kavuncu’yu önce GİK üyeliğine ve genel başkan yardımcılığına, sonra parti sözcülüğüne taşımıştır. Tekrar altını çizerek ifade etmek istiyorum. Buğra Kavuncu’yu  işadamlığını bırakarak, Türkiye’yi siyaset ile kurtarmaya karar vermiş bir kişi olarak değerlendirmemeliyiz. Buğra Kavuncu; Ruzi Nazar, Ruzi Nazar’ın patronu Duane  R. Clarridge, Enver Altaylı ve Altaylı’nın bugünkü bağları çerçevesinde değerlendirilebilir. Buğra Kavuncu’nun babası Orhan Kavuncu da halen hapishanede olan Enver Altaylı’dan fikri liderim diye bahsediyor.  Altaylı ise Nazar ve Clarridge konusunda “Saygıdeğer büyüklerim Ruzi Nazar ve Duane Clarridge’e (ruhları şad olsun) karşı taşıdığım ahlaki sorumluluğun bilinciyle” diyerek, manevi ilişkisini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Buğra Kavuncu’nun Kazakistan’daki iş kariyerinde başarılı olmasını sağlayan,  İYİ Parti’de hızla yükselmesinin önünü açan, daha genel başkan yardımcısı iken bir divan üyesinin odasında “geleceğin genel başkanı” olarak kulaklara fısıldanmasını mümkün kılan arkasındaki gelenek ve bu geleneğin son 25 yılda kontrol ettiği şebekedir.

Sayın Meral Akşener, 2018 genel seçimlerinden önce divandan ve GİK’ten habersiz CHP, Saadet Partisi ve HDP’liler ile birlikte oturup 4 ay boyunca seçimlerin ikinci tura kalması durumunda açıklanacak bir anayasa hazırlatmıştır. İYİ Parti’nin iki kurucusundan birisi, divan üyesi ve İYİ Parti milletvekili olarak ben bundan tesadüfen haberdar oldum. Bir anayasa çalışması neden gizli yapılır? Sayın Akşener, kimden neyi gizliyorsunuz?”

Meral Hanım neden suçlamaları araştırma yerine kendi vekiline saldırıp, partisinden ihraç etmeyi tercih etti? Buna bir açıklık getirmesi lazım ama politik arenadaki kirli ilişkiler maalesef böyle bir sorunun cevabını vermeye izin vermiyor.

Ümit Özdağ’ın Kavuncu’nun FETÖ’cü olduğunu iddia etmesi ve bazı belgeleri paylaşması Meral Hanım’ı kızdırmışa benziyor. Hâlbuki geçmişte kendi genel başkan yardımcısı Koray Aydın da bizzat Meral Hanımın FETÖ’cü olduğunu ima eden açıklamalar yapmıştı. Niye Koray Aydın’ı ihraç etme cesareti gösteremedi? Bunu da açıklamak zorundadır. Acaba Ümit Özdağ’ı ihraç ettirmenin altında bu eski suçlamanın etkisi olabilir mi?

Kirli ilişkiler birbirini takip etti ve İyi parti sonunda Ümit Özdağ’ı gerçekleri söylediği için ihraç yolunu seçti. Hâlbuki Meral Hanım MHP iken Özdağ’ın haksızlığa uğradığını ve fikirlerini açık biçimde savunamadığını iddia etmişti. Şimdi kendisi bir vekili konuşturmama yolunu seçti.

Özdağ’ın ihracına tepki koyarak İYİ Parti’den istifa eden milletvekili İsmail Koncuk’un söyledikleri ise yenilir yutulur cinsten şeyler değil ve İyi parti içindeki kirli politik ayak oyunlarını ortaya çıkarması bakımından önemlidir:

“Akşener ve ekibi seçimleri kazanmak için PKK talebine bile evet der.İYİ Parti iyi yönetilmiyor. Partide ahlaksız bir operasyon olmuştur. Bu parti ahlaksızlıklara zemin yaratmak için kurulmuş bir siyasi hareket değildir. Gerek 3 Ağustos 2019 4. Olağanüstü Genel Kurulumuzda gerekse 20 Eylül 2020 2. Olağan Genel Kurulumuzda İYİ Partinin adı, kuruluş misyonu ve demokrasi ile bağdaşmayan kirli operasyonlar ve ayak oyunları yaşanmıştır. Bir yandan kürsüden kamuoyuna ‘demokrasi’ vurgusu yapılırken, diğer yandan bırakın demokrasiyi, insanlıkla ve siyasi ahlakla ilgisi olmayan olayları yaşadık. Bu partiye emek vermiş dava arkadaşlarımız, milletvekillerimiz bizzat Genel Merkez talimatı ile birçok il başkanınca dağıtılan kara listelere alınarak açıkça aşağılanmış, tasfiye edilmeye çalışılmıştır.”

Bir koltuk uğruna insanlar politik arenada arkadaşlarını nasıl böyle acımasızca harcayabiliyor?

Yıllar önce Mustafa Yazgan abinin “Bre Koltuk” isimli hicvinde belirtiği gibi bütün bunlar bir koltuk sevdasına mı işleniyordu? İnsan bu derece hızlı fikir dönekliği yapabilir mi? Doğrusu buna psikiyatrların, psikologların bir durum tespiti yapması lazım.

Aynı durum DEVA partisini kuran Ali Babacan için de geçerli. Ak Partinin iktidardaki icraatlarının baş mimarlarından olan Babacan, yeni parti kurunca sanki gökten zembille inmiş gibi kendini tertemiz gösterebiliyor. Bir yandan iktidarın yanlışlarından bahsederken diğer yandan o icraatların altında kendi imzası olduğunu unutabiliyor. Ak Parti de iken başkanlık sistemini canla başla savunurken şimdi farklı düşünebiliyor.

Bundan yıllar önce girdiği her seçimde hep sıfırın altında oy alan Besim Tibuk’a bir kahvaltıda şunu sormuştum:

“Besim bey, siz her seçim zamanı tek başınıza iktidara geleceğinizi iddia ediyorsunuz. Şimdi de aynısını tekrarlıyorsunuz. Aldığınız oy yüzde biri bile bulmuyor. Buna kendiniz de inanıyor musunuz?”

Besim Bey şunu söylemişti.

“Ben sabahları aynanın karşısına geçip önce kendimi buna ikna ediyorum. Sonra çıkıp açıklama yapıyorum.”

Acaba Ali Babacan bugün kurduğu partide iktidarı eleştirirken geçmişini hatırlamıyor mu? Hiç aynaya bakma gereği duymuyor mu?

Aynı durum Gelecek partisini kuran Ahmet Davutoğlu içinde geçerli. Ak Partide iken başkanlık sistemini çok hararetli savunuyordu; şimdi başkanlık sisteminin zararlı bir sistem olduğunu iddia ediyor ve yeniden parlamenter sisteme dönülmesi gerektiğini savunuyor. Böyle bir durumda Davutoğlu’na, “Üç sene de ne değişti ki böyle keskin bir dönüş yaptınız?” sorma hakkımız yok mu?

Yine Davutoğlu Başbakan iken Kemal Kılıçdaroğlu için “O adam değildir.” diyordu. Kemal Kılıçdaroğlu da onun için “Türkiye tarihinin en çapsız Dış işleri bakanı.” tabirini kullanmıştı. Baktım şimdi Kılıçdaroğlu ile görüşen Davutoğlu, çok iyi anlaştıklarını söyleyebiliyor. “Ak parti bir davanın adıdır. Terk edersem yüzüme tükürün.” Diyen de yine Davutoğlu’ydu.

Şimdi ister istemez akıma şu geliyor:

“Bu politika insanda hafıza kaybı mı oluşturuyor?”

Öyle ya hafıza kaybı oluşturmuyorsa bunları hiç mi hatırlamıyorlar?

Aynı durum MHP genel başkanı Devlet Bahçeli ve Ak parti Genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan için de geçerli. Geçmişte kavgada düşmana bile söylenmeyecek sözler söyleyen bu ikili şimdi adeta kanka oldular.

Başta dedim ya, politik alan çok kirli, çok kaygan. Mikrofonu gören konuşuyor ama politikacılar çok zeki olmadıkları için söylediklerini unutup tam tersini söyleyebiliyorlar. Durmadan partiler kuruluyor ve ardından milletten teveccüh görmediği için kapanıyor. Kurulan partilerin geçmişlerine baktığımızda kurulup kapanan partilerden oluşmuş büyük bir parti çöplüğü ile karşılaşıyoruz.

Bunun sebepleri nedir? Politik alan neden bu kadar kirlidir?

Siyasetçiler, sosyologlar, psikologlar bir araya gelerek politik arenadaki bu ilkesizliğin ve kirliliğin sebeplerini bulmak zorundadır. Çünkü bu ilkesizlikler, kirlilik ve parti değiştirmeler ülkemizin geleceğine zarar veriyor.

Kur’an, “Başınıza gelen musibetler ellerinizle işlediklerinizden dolayıdır.” Der. Türk milleti olarak bu türden bir cezayı hak edecek neler yaptık bilmiyorum? Bildiğim bir şey varsa o da bu milletin politikacıların böyle kirli oyunlarına layık olmadığıdır.

Said Nursi, bundan yüz yıl önce zamanındaki politik kirliliği görünce, “Politikanın ve Şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım.” Demişti. Bugün yaşanan kirliliği görseydi acaba ne derdi?

“Politikacının hayatının yarısı seçmeni, öbür yarısı birbirini aldatmakla geçer.” diyen Mark Twain acaba gerçeği mi söylüyordu?

Politik alandaki bu kirliliği, fırıldaklığı, ilkesizliği temizleyecek bir formül var mı?

FETÖ MAHKEMELERİNDE YAŞADIKLARIM

Sözleri Âşık Maksut Feryadi’ye ait “Benim Neler Çektiğimi Kim Bilir?” isimli güzel bir türkü var. Onu ne zaman dinlesem aklıma FETÖ ile 1999’dan beri verdiğim mücadele ve Fetöcülerin açtıkları mahkemelerde yaşadıklarım gelir.

Türkünün bazı sözleri şöyle:

El gözünde dertsiz gamsız biriyim.

Ben yeni közlenmiş yangın yeriyim.

Benim neler çektiğimi kim bilir.

Sinemdedir benim derdim dağlarım.

Ben yaramı gizli sarar bağlarım.

Ben gündüzler güler geceler ağlarım.

Benim neler çektiğimi kim bilir.

Ben Maksut’um yüreğimde yangın var.

Bu yangını söndürmedi boran kar.

Benim sessiz sessiz ahuzar’ım var.

Benim neler çektiğim kim bilir.

Hem Fetullah, hem müritlerinin açtıkları davalar hem de benim onlar hakkında açtığım davalara ait mahkemelere gittiğimde yaşadığım yalnızlık karşısında aklıma, “Ya bu FETÖ bizim babamızı mı öldürdü ki sadece üç beş kişi mücadele ediyoruz. Şu mahkemelerde bize maddi ve manevi destek olacak bir kişi bile yok.” Gibi düşünceler takılıyor.

Böyle düşünmekte haksız da değilim. Bende tıpkı bu meseleyi bilmesine ve görmesine rağmen “Duymadım, görmedim, bilmiyorum” diyerek üç maymunu oynayabilirdim. Öyle yapmayıp, hayatımı, işimi, mesleğimi, çocuklarımı tehlikeye atarak bu şeytani yapıya karşı yirmi senedir bir mücadele başlattım. Mücadele sürecinde karşılaştığım zorlukları Allah(cc)’ın izniyle ve yardımıyla bir bir aştım.

Uluslararası istihbarat laboratuvarlarında planlanan ve bizim topraklarımızda, bizim paralarımızla ve bizim en zeki çocuklarımızı devşirerek icraya konan FETÖ bu milletin tarihindeki en büyük tehlikedir. Milletin topyekûn bu şer şebekesine karşı mücadele etmesi geleceğimizin ikamesi için olmazsa olmaz ilkelerden biridir. Çünkü Allah ile aldatarak iş görmektedir. Münafıklığı kendilerine ilke edinmişlerdir. Hedefe gitmede her yolu meşru görmeyi iman esasları yapmışlardır. Gizlenme, takiyye sanatında dünyanın en iyi yapılarından biridir.

“FETÖ ile yolun nerede kesişti?” diye bir soru sorabilirsiniz?

FETÖ bu toprakların inancı, kültürü, ibadeti, sosyolojisi, psikolojisi, hayat tarzı çok iyi tahlil edilerek ona göre planlanmış bir projedir. Bunun için yapının ilgi alanına girip bulaşmayan kişi sayısı çok azdır. Bulaşmayanların çoğu da yapının işine yaramayacağı için ilgilenilmemiş kişilerdir. Bizlerde böyle bir zeminde sözde hizmetlerinin cazibesine kapılarak içine dâhil olmuşuzdur.

FETÖ henüz yüzünde “Cemaat” maskesi varken “İslami bir cemaat” zannedip maddi ve manevi destek verdim. Çünkü nesillere sahip çıkacaklarını vadediyorlardı. Mevcut sistem ise adeta nesilleri gözden çıkarmıştı. Zaten FETÖ’de bu boşluktan yararlanarak ağını örmeye başlamıştır. Gizlenme sanatında usta oldukları için gerçek maksatlarını bizim hoşlanacağımız milli ve manevi değerlerle maskelemeyi başarmışlardı. Bu şeytani yapıya destek verenlerin kahır ekseriyeti yapının “İslami bir oluşum” olduğuna inandıkları için vermişlerdir.

Ben de gençliğini Ülkücü harekette geçiren biri olarak bu yapının İslami, milli ve yerli bir oluşum zannederek dâhil olmuştum. O dönemlerde yapının ilkeleri ile geldiğim Ülkücü hareketin ilkeleri arasında müthiş bir yakınlık vardı. Her iki kesimde miilli ve manevi meselelere sahip çıkıyor, ideallerinin gençliğimizi inancımıza uygun bir nesil haline getireceklerini iddia ediyorlardı.

Ancak yapı içerisine girdiğim andan ayrıldığım ana kadar yapılanları hep sorgulamayı ilke edinmiştim. Teorik bazda ortaya konulan metotların ve uygulamalarının İslam ile uyuşup uyuşmadığı hep sorguladım. İçlerinde kaldığım zaman sürecinde bazen İslam’a uymayan tavırlarını gördüğümde, “Bunların yanlışlığını” dile getirdim. Düzeltmeleri için mücadele ettim. Böyle bir büyük hareketin bilmeyerek bazen bu türden yanlışlar yapabileceğini düşündüm. Hadiseleri yorumlarken hep hüsnü zan ettim. Çünkü inancımız bize su-i zannı yasaklıyordu. Ama Kerim kitabımız Kur’an’da bize aklımızı çalıştırmamızı, düşünmemizi, sorgulamamızı emrediyordu. Benim hareket içinde kalma niyetim İslam’a, vatana, millete hizmet edebilmek ve güzel nesiller yetiştirmekti. Hareketin lideri Fetullah da bunu “Altın Nesil” olarak formüle etmişti. Anlatılanlar teorik planda çok güzel görünüyordu. İnsan aldatılabilen bir varlıktır. Her ne kadar aklımı çalıştırmayı ilke edinsem de karşımızdaki yapı Allah ile aldatmayı baştan beri ilke olarak kabul etmişti. Aldanmamak elde değildi. Bu sebeple başta ülkeyi yöneten siyasiler, bürokratlar, askerler, milletvekilleri, profesörler, iş adamları vs. milyonlarca insan bu yapıyı “İslami hareket” olarak gördüğü için destek verdi. Fakat gelişen zaman içerisinde FETÖ isimli yapının bir CIA örgütlenmesi olduğu ortaya çıktı.

CIA destekli FET Ö başta kendi bağlıları olmak üzere yüzbinlerce insanı mağdur etti. Hayatlarıyla oynadı. Bugün yüzbinlerce insan FETÖ’nün sapık düşüncelerinin ve icraatlarının kurbanı olarak hala çile çekmeye devam etmektedirler. Ancak kendini hareketin lideri olarak gösteren Fetullah Gülen bu yaşananlardan zerre kadar menfi anlamda etkilenmediğini görüyorum. İzlediğim konuşmalarında yüzünde en ufak bir pişmanlık hissi veya bu kadar insanı düşürdüğü kötü durumdan dolayı bir üzüntü hissi olmadığını müşahede ediyorum. Çünkü ona göre o çileleri çekenler onun sayesinde “Hizmet” denen “Kurtuluş gemisine” binmişti. Onlara karşı bir vefa duyması için hiçbir gerekçesi yoktu. Bu durum tarih boyunca kendini “Kurtarıcı lider” zannedenlerin içinde bulundukları ortak sapma durumuydu.

FETÖ isimli istihbarat yapılanması bu millete tarihinin en büyük darbelerinden birini vurdu derken delilsiz konuşmuyorum. Bu millet Çanakkale’de ve 12 Eylül darbesinde de bu türden bir büyük darbe yedi ama en büyük darbeyi 15 Temmuz’da ve sonrasında yaşadı.  FETÖ, bizim ülkemizde bizim insanımızın paralarıyla bizim en zeki çocuklarımızı devşirip, Mankurtlaştırıp bize karşı kullandı. “Karıncayı bile incitmeyecek insanlar yetiştiriyoruz.” Diye ortaya sürdüğü militanları 15 Temmuz’da tanklarla, helikopterlerle, uçaklarla milletin üzerine bomba ve kurşun yağdırdı. 12 Eylül’ün gaddar generalleri bile böyle zalimce hareket etmemişlerdi. Tanklarda insanların üzerinden geçtiler. Gâvura bile atılmayacak bombalarla özel hareket mensubu polislerimizi şehit ettiler. 251 cana kıyıp, 2300 kişiyi yaraladılar.

Ya 15 Temmuz sonrası?

İstisnalar hariç FETÖ isimli yapının üst yönetimi planlı bir şekilde 15 Temmuz öncesinde yurt dışına kaçtı. Giderken de yurt içinde bulunan ellerindeki paraları da götürdüler. Şimdi FETÖ’nün üst yönetimi yurt dışında götürdükleri paralarla lüks bir hayat geçirirken burada kalan “İbadet” kesimi kendini bile savunmaktan aciz bir şekilde FETÖ’nün zalimliklerinin cezasını çekiyor. Yüzbinlerce insan bu sebeple işinden, aşından, eşinden oldu. Ama buna sebep olan FETÖ’nün üst yönetiminden birkaç istisna hariç çekilen çilelerden kurtuldu. Bu nasıl bir hareket ki üst yönetiminin bütünü kaçmış ama alt kesim kurban olarak burada bırakılmış?

FETÖ henüz yüzündeki Cemaat maskesini çıkarmamışken bir mensubu olarak İslami açıdan gördüğüm yanlışları dile getirdim. Düzeltilmesi için mücadele ettim. Yazdım, konuştum. Yapının en üst yöneticisine kadar doğruları iletmeye çalıştım. Ama sonuçta görüldüğü gibi FETÖ yapılanmasının “İslam” diye bir davası olmadığı için söylenenlere, yazılanlara hep kulak tıkadılar. Zaman zaman benim gibi yanlışları yazan ve söyleyenler ise “Hizmeti anlamamakla” suçlandı. Hâlbuki yapılan yanlışların İslam ile uyuşmadığı çok açıktı. Pragmatist ve oportünist bir yapılanma vardı ve bu anlayışları ile kendilerini İslam’ın merkezinde zannediyorlardı. Ya da öyle gösteriliyordu. Yapı dezenformasyon ve maniple hususlarında adeta belli merkezlerde eğitilmişti. Ortaya konan gerçekleri örtmede çok büyük maharetler(!!!) sergileniyordu.

1987-1992 yılları arasında İzmir Bornova’da dershanede kaldım. Bu zaman içerisinde Bölge imamlığı, Kredi Yurtlar imamlığı, esnaf imamlığı yaptım. Bulunduğumuz yer üniversite hizmetlerinin en yoğun olduğu bölgeydi. Bu dönemde binlerce öğrenci ile direk veya endirekt olarak ilişkim oldu. Yetişmelerine katkı sağladım.

Yine aynı dönemde (1987-1992 yılları) yapının temel dergisi “Sızıntı”nın yazı heyetinde görev yaptım. Cemal Doğan ismiyle yazılar yazdım. Bu isimle yazı yazmamın sebebi 1987 yılında meşhur 163. Maddeye muhalefet etmekten (Düşünce suçu) 4 sene 7 ay ceza almamdı. Cezanın 8.5 ayını İzmir Buca cezaevinde çekmiş ve tahliye edilmiştim. Yargıtay cezamı tasdik edince geri kalan cezamı çekmek için teslim olmadım. Fetullah teslim olmamamı istemişti. Ben de kaçak duruma düşmüştüm. Sızıntı dergisinde görev yaparken aranıyordum. Bu sebeple Cemal Doğan ismiyle yazılar yazıyordum.

Burada yaşanan ve o zamanlar geçerli olduğunu savunduğumuz yapının kriterleriyle çelişen üzücü hadiselere karşı da mücadele ettim. 1992 yılında “Fetullahçı Paradigmanın iflası” isimli bir makale yazarak İslami bir davanın bir şahıs üzerinden ideoloji haline dönüştürüldüğünü savundum. Mükafat olarak (!!!) 1992 yılında İzmir’de bölge hizmetlerinden İstanbul’daki Zaman gazetesine sürgün edildim.

Zaman gazetesi İslami kırılmaların en üst seviyede yaşandığı bir zemindi. Yapının yıllarca savunduğu hiçbir ilke burada geçerli değildi. Dava adamlığından çok adamın adamlığı geçerliydi. Klikleşmeler ise had safhadaydı. Abdullah Aymaz gibi gazeteye rehber olması için gönderilen sözde abi bile kendi menfaatleri doğrultusunda hareket ediyordu.

1992 yılında gazetedeki çarpık hizmet anlayışından rahatsız oldum. Bunu açık biçimde dile getirmeye başladım. Burada kalırsam hizmet anlayışım dumura uğrayacaktı. Bu sebeple bir yıllık mücadeleden sonra 1993 yılında Makedonya’ya gazete çıkarmak için gittim. Bu ülkede Türkçe ve Makedonca gazete çıkardım. Mustafa Özcan Balkanların imamıydı. Bana sözünü geçiremediği için rahatsız oluyordu. Beni kaç kez Gülen’e şikâyet etti ve ettirdi. Üç yıllık Makedonya maceramda yapının CIA ilişkileri gördüm. Mustafa Özcan Almanya üzerinden CIA ile ilişkideydi. Bize ABD büyükelçiliği ile ilgili çok iyi geçirmemiz gerektiğini ve her ay düzenli faaliyet raporu vermemizi istiyordu. Ben de bu istekleri sebebiyle gazeteden kovdum. Oda değişik dalaverelerle beni Makedonya’dan sınır dışı ettirme kararı aldırdı ve 1995 yılının sonunda Türkiye’deki gazeteye dönmek zorunda kaldım.

1996 yılına kadar Gülen’in bu meselelerden haberdar edilmediğini düşünüyordum. Çünkü etrafında barikatlar örülmüştü. Çeteleşmeler de kendini gösteriyordu. Herkes rakip gördüğünün adamını ekarte etmenin planları peşindeydi. Gülen’in etrafında oluşan çeteler istedikleri fikri Gülen’e iletiyor, istemedikleri bilgileri aşağıdan saklıyorlardı. Böyle bir ortamda Gülen’in kandırıldığını ve aldatıldığını düşünüyordum. Fakat o tarihte yaşadığımız bazı hadiseler Gülen’in her şeyden haberi olduğunu keşfetmeme sebep oldu. Hani derler ya, “Balık baştan kokar.” Diye. Maalesef koku kuyruğa kadar yayılmıştı. Bu sebeple 1996 yılında “Cemaatin Kırılma Noktaları” ismiyle 40 maddelik 20 sayfalık bir rapor hazırladım ve herkese ulaştırmaya çalıştım. Bu raporda yapının İslami yönden kırılma noktalarını, nasıl dünyevileştiğini, seküler bir yapıya dönüştüğünü, menfaatçilerin ve adam kayırmacılığın yaygın hale geldiğini, yapının maddi imkânlarının adaletsiz şekilde ve usulsüzce yenildiğini belgeleriyle ortaya koydum.

Gazetede fiili olarak çalıştığım dönemlerde cemaat diye bir şeyin olmadığını, gazetenin yapıyı oluşturan güç odağının bir aracı olduğunu gördüm. Bunu değişik yazılarımda ve sohbetlerimde diye getirmeye başladım. Bu sebeple beni evden çalışmaya mahkûm ettiler ve yapıdan ayrıldığım 1999 Şubat ayına kadar üç yıl evden yazmayı sürdürdüm. 1999 yılında artık bu yapının delilleriyle ortaya koyduğum şekilde İslami bir gayesi olmadığına inandığım için çalıştığım gazeteden de iş ilişkimi keserek ayrıldım. Bu dönem içerisinde yapı içinde sürdürdüğü esnaf hizmetleri ve İstanbul Kredi yurtlar imamlığını da bıraktım. Bu döneme kadar başta Gülen olmak üzere Abdullah Aymaz’dan, İsmail Büyükçelebi’ye, Mehmet Ali Şengül’den Naci Tosun’a, Mustafa Özcan’dan, Ahmet Kurucan’a, Erdoğan Tüzün’den, Latif Erdoğan’a, Halit Esendir’den Hüseyin Gülerce’ye kadar yapının üst yönetiminin yapılan yanlışlara kulak tıkadıklarını ve her birinin kendi konumunu bozmamak adına bu tür yanlışları desteklediklerine birebir şahit oldum. Bu sebeple 1999 yılının 21 Şubat tarihinde yapı ile bütün bağlarımı kestim. Bu tarih bizim Bayburt’un kurtuluşuydu. Bağımı keserken yapıdaki yöneticilere “Bundan sonra sizinle mücadelemi sürdüreceğim. Sizin gayr-i İslami tavırlarınıza karşı tek başıma kalsam da yolmayacağım.” Dedim.

1999 yılının Haziran ayında o dönemler yeni kurulan TV8’e (Röportajı yapan muhabir İbrahim Güneş şu anda TV24 yayın yönetmenliği yapıyor) yapının İslami sapmalarını, istihbarat örgütleriyle ilişkilerini, yapının bir insan sömürme aracı haline dönüştüğünü, yapının bu şekilde ilerlerse İslam’a, vatana ve millete büyük zararlar vereceklerini vs. üç saat boyunca anlattım. O röportajda dediklerim bugün bir bir gerçekleşti. Yapı bir uluslararası terör örgütüne dönüştü. Siber alandaki terörde ise alabildiğine etkin bulunuyorlar. Bugün özellikle ülkeden kaçan ve aranan yapıya ait gazeteci ve yazarlar sosyal medya üzerinden ülkemizin aleyhinde büyük çalışmalar yapmaktadırlar.

2000’li yıllarda bu yapının FETÖ (Fetullahçı Ekonomik Terör Örgütü) olduğu kavramını literatüre kazandıranlardan biriyim. Çünkü bu yapı özellikle yayın piyasasını elinde bulunduruyordu ve kendisine muhalif kimseye hayat hakkı tanımıyorlardı. Benim o döneme kadar yayınlanan kitaplarıma da ambargo uygulatmaya ve beni ekonomik olarak bitirmeye çalıştılar. O tarihten sonraki eserlerini mecburen müstear isimlerle yazmaya başladım.

2006 yılında “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar”, “Gülen Cemaatinden niçin Ayrıldım”, “ Şakirdin Afarozu”, ve “Gülen’in Yağcıları veya Fetullah’ın Aydınları” ismiyle dört kitap kaleme aldım. Yayıncılık yapan milliyetçi bir arkadaşım kitapları basmak istediğini söyledi. Ben de yayına hazırlayarak verdim. Ancak arkadaşı tehdit ettiler ve kitaplar matbaada basım aşamasında iken durduruldu. Bu kitaplardan sadece “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli olanını ancak 2014 yılının Mart ayında bastırabildim.

Kitabın piyasaya çıkmasıyla birlikte FETÖ’nün hem avukat hem polis militanları harekete geçti. Birbiri peşine davalar açmaya başladılar. Kitap çıkması sebebiyle bir televizyon programında FETÖ’nün polis yapılanmasının yaptığı kumpaslara değinmiştim. Organize Şubenin de bu kumpaslarda başrol oynadığını delilleriyle anlatmıştım. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki Organize şubenin müdürü ve yardımcısı da içlerinde olmak üzere 7 polis şefi hakkımda her biri 50 bin ile 100 bin TL arasında tazminat davası açtılar. Daha sonraki süreçte bu polis şeflerinin bütünü FETÖ mensubu olmaktan tutuklandı ve ceza aldı.

FETÖ’nün avukatı Nurullah Albayrak çıkan kitabım ile ilgili hem İstanbul’da hem de Ankara’da hem ceza hem de tazminat olmak üzere ikişer dava açtı. Hâlbuki kitap İstanbul’da çıkmıştı ve dava açılacak yer de İstanbul’du. Sadece bana gözdağı vermek için Ankara’da da dava açma yolunu seçtiler.

Gülen 1999 yılından beri Türkiye’de bulunmuyordu. Vekâlet yoluyla davaları avukatları açıyordu. Bu kanalla beş binden fazla açılmış dava olduğunu adliye kanallarından öğrendim. FETÖ’nün avukat militanları Gülen ve yapı hakkında kim en ufak bir eleştiri yapsa dava açıyorlar, savcılar ve hakimler de kendilerinden olduğu için bu mahkemelerden mutlaka mahkumiyet kararı çıkararak büyük para kazanıyorlardı. Bana açılan toplam tazminat davası 400 bini bulmuştu. Ben de yola çıkarken sadece Rabbime güvenmiştim. Samimi olduğumu biliyordum. Bu sebeple mahkemelerde avukat tutma gereği bile görmedim. Az çok mahkemelerle ilgili hukuk bilgim vardı. Çünkü gazeteci olmam hasebiyle değişik defalar birçok dava açılmış ve ben de o davalara savunma yazacağım diye konu ile alakalı hukuki bilgileri öğrenmiştim.

Anadolu’da bir söz var: “Bir insanın sırtını en iyi kendi eli kaşır.” Gerçekten de böyleydi. Avukat tuttuğum davalarda avukatların mahkemelerde hiç sesleri çıkmıyordu. Bunda bizdeki adliye sisteminin yanlış yapılanmasının etkisi vardı ama avukatlar da çok sindirilmiş tavır almaktan sanki memnunlar gibiydiler. Avukatlar davaları kaybetseler de kazansalar da maddi olarak kazanan taraf oluyorlardı. Bu açıdan birkaç mahkemeden sonra avukat tutmama kararı aldım.

FETÖ ve militanlarını hakkımda açtıkları hiçbir davada avukat tutmadım ve kendimi savundum. Bazı savunmalarım adeta bir manifesto gibiydi. Hatta savunma mahkemelerimin bazılarına koridorlarda dava bekleyen avukatların çoğu dinleyici olarak giriyorlardı.

Nurullah Albayrak davaları açtıktan sonra yurt dışına kaçmıştı. Vekâlet yoluyla davalarına en az üç dört avukat giriyordu. Davanın ikinci celsesinde Fetullah Gülen’in akıl sağlığının tespiti için dilekçe verdim. FETÖ avukatları böyle bir hamle yapacağımı düşünemedikleri için şok olmuşlardı.

 Mahkeme Fetullah Gülen’in “Gayb” olduğu yani adresinin tespit edilemediği için çağrıyı avukatları kanalıyla yapmıştı. Avukatları da müvekkillerine ulaşmanın mümkün olmadığı ileri sürüyorlardı. Hâlbuki bulunduğu adrese kadar bütün bilgileri mahkemeye vermiştim.

Birkaç celseden sonra sözlü savunma hakkı istedim. Günü geldiğinde de adeta tarihi bir savunma yaparak FETÖ avukatlarının dava açarken yaptıkları sahtekârlıkları tek tek ispatladım. Bunu yapmak için savunmama başlamadan önce mahkeme hakiminin eline yayınlanan kitabımı verdim ve iddiaların avukatların dediği gibi kitapta olup olmadığını kontrol etmesini istedim. Çünkü avukatlar dava dilekçesini çalakalem hazırlamış ve birçok yalan yanlış iddiayı yazmışlardı. Bunun yapmalarının gayesi nasılsa kazanırız öz güvenleriydi.

Nihayet savunmaya geçtim ve tam 14 sayfa tutan şu meşhur savunmayı yaptım.

İSTANBUL 14. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİNE

04 MAYIS 2016

ESAS NO                      : 2015/79

DAVA TARİHİ             : 23.02.2015

DAVACI                        : FETULLAH GÜLEN – 43627119878

VEKİLİ                         : Av. NURULLAH ALBAYRAK

DAVA KONUSU           : MANEVİ TAZMİNAT

DAVALILAR                : 1- SELİM ÇORAKLI

                                                   2- ORAN YAYIN DAĞITIM VE TİC. LTD. ŞTİ.

 SÖZLÜ SAVUNMA

Mahkemenizin engin hoşgörüsüne sığınarak hakkımda davacı tarafından “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli kitabım hakkında açılan tazminat davasının birçok yönden hukuksuz, herhangi bir mantıklı temele oturmadığına dair delillerimi 11 başlık altında beyan edeceğim:

  1. BU DAVANIN KONUSU HUKUK DIŞIDIR

Huzurunuzdaki davanın konusu aslında hukuk içerisinde mütalaa edilemeyecek kadar açıktır. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde “Düşünce ve ifade özgürlüğünü” açıklamak şöyle düzenlenmiştir:

“Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir.” 

Sadece bu maddeye bakarak yazdığım bir kitap hakkında dava açmanın tamamen hukuki temelden yoksun olduğu açığa çıkmaktadır.

89 kitap yazmış bir GAZETECİ-YAZAR olarak ülkenin gündemini 40 senedir meşgul eden, ülkenin seçilmiş hükümetine karşı darbe girişiminde bulunan, ülkenin MİT TIR’larına yönelik operasyon yapabilecek kadar dengesini kaybeden ve bir rivayette 150 milyar dolar parayı yöneten bir örgüt ve bu örgütün lideri olduğu iddia edilen davacı Fetullah Gülen hakkında kitap yazmam kadar doğal ne olabilir?

Kaldı ki kitabımın ana teması 1970’li yıllardan 2014 yılına kadar belgeler ve kaynaklarıyla bir durum tespiti yapmış olmaktır. Bir gazeteci yazar olarak düşüncelerimi açıklarken elbette eleştirilerde getirdim. Düşünceyi açıklama özgürlüğünün bir uzantısı olan eleştiri hakkının kullanıldığı bir durumda “tahkir, tezyif ve hakaret” söz konusu olamadığı gibi, bir suçun varlığından da söz edilemez.

Hukuka uygunluk nedeninin bulunduğu bir durumda suçun varlığından söz edilmeyeceği için, ayrıca özel bir kanuni düzenleme gerektirmeksizin eleştirinin suç olmadığının kabulü gerekir. Bu açıdan bir gazeteci yazar olarak yazdığım kitabın yargılanmasının hukuki hiçbir dayanağı yoktur.

  • DAVA ANAYASA’NIN 25 VE 26. MADDELERİNE TERSTİR

Davacı vekillerinin Anayasa’nın 25 ve 26. Maddesinin düşünce özgürlüğüne alabildiğine geniş sınırlar çizdiğini bilmesine rağmen böyle bir dava açarak mahkemeleri meşgul etmesi gayri ciddi bir davranıştır.

Anayasanın “Düşünce Özgürlüğünün Genel Çerçevesini” çizdiği 25. Maddesinde ifade ve düşünce özgürlüğü, “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” Şeklindeki ifade ile anayasal güvence altına alınmıştır.

25. Madde bu haliyle ifade ve düşünce özgürlüğü konusunda herhangi bir sınırlama sebebi de düzenlememiştir.

Anayasa’nın 26. Maddesinde ise “Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti” adı altında şöyle denilmektedir:

“Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.”

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bu iki madde ile vatandaşlara verdiği bir hak olarak temel hak ve özgürlüklerin en esaslı olmazsa olmazı, “DÜŞÜNCE VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”dür. Birde buna basının kamu hizmeti yaptığı göz önüne alındığında Düşünce ve ifade özgürlüğü; “Bir düşünce, inanç, kanaat, tutum veya duygunun barışçıl yoldan açığa vurulmasının veya dış dünyada ifade edilmesinin serbest olması” şeklinde ifade edilir ve bu asla suç sayılamaz.

 İfade ve düşünceleri elde etme, açıklama ve yayma özgürlüğü, türü ne olursa olsun, sosyal, siyasi, hukuki, ticari, sanatsal her türlü düşünceyi söz, yazı ya da başka vasıtalarla başkalarına aktarabilme, anlatabilme, yayabilme ve onları kendi düşünce ve inançlarının doğruluğuna ikna edebilme, inandırabilme, tercihleri doğrultusunda tutum ve davranışlarda bulunabilmeyi kapsamaktadır.

Kamuoyuna mal olmuş ve ülke gündemini neredeyse kırk senedir meşgul eden davacı Fetullah Gülen gibi biri hakkında bir gazeteci yazar olarak araştırmalar yapmak, yaptığım araştırmaları yayınlamak, hakkında eleştiriler ve yorumlar yapmak Anayasada teminat altına alınan haklarım arasındadır. Zaten bende ifade ve basın özgürlüğü çerçevesinde ve bu yapının içerisinde 16 yıl yöneticilik pozisyonunda yaşayan bir kişi olarak davaya kaynaklık eden “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli eserimi kaleme aldım. Ulusal hukuk ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan düşünce ve ifadeyi serbestçe açıklama ve basın özgürlüğünün bana tanıdığı hukuki haklar çerçevesinde bu konudaki düşüncelerimi ifade ettim. Davacı vekilleri ise bütün bunları bilmesine rağmen gayri ciddi bir girişimde bulunarak böyle bir dava açmış ve yüce mahkemenizi meşgul etmişlerdir.

  • AÇILAN DAVA AİHM VE AİHS’NE AYKIRIDIR

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Avrupa İnsan hakları sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi gibi kurumlar Avrupa’da basının ifade, haber alma ve verme özgürlüğü hakkındaki 1506 (2001) sayılı Tavsiye Kararı’nda da, Hür ve bağımsız basının varlığının bir toplumdaki demokratik olgunluğun başlıca göstergesi olduğunu vurgulamıştır.

Düşünce özgürlüğü, Türkiye’nin de altına imza attığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin(AİHS) 10. maddesinde ise şöyle düzenlenmiştir: “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir.” 

AİHS 10. maddesinde düzenlenen düşünce ve ifade özgürlüğü, esas olarak AİHM kararları ile somutlaştırılmış ve ülkelerde yeknesak bir uygulama oluşması sağlanabilmiştir.

AİHM düşünce özgürlüğü konusunda verdiği en önemli kararlardan olan “Handyside-İngiltere” kararında; düşünce özgürlüğünün demokratik toplumun temel dayanaklarından birisi olduğu vurgulanmış ve bu özgürlüğün sadece olağan karşılanan zararsız ya da önemsiz görülen bilgiler ve düşüncelerin açıklanması açısından değil, ayrıca devlete ve toplumun belli bir kesimine aykırı gelen, onları rahatsız eden, şaşırtıcı ve endişe verici düşüncelerin açıklanması açısından da geçerli olduğunu belirtmiştir.

Batılı hukuk sistemlerinde düşüncenin cezalandırılabilmesi için, ancak somut ve fiili bir durumun olması ya da düşünce özgürlüğü sınırını aşan bir eyleme çağrı olması gereklidir. DEMOKRATİK SİSTEMLERDE DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN MUTLAK SINIRININ, “ŞİDDET” OLDUĞU SONUCU ÇIKMAKTADIR. Bu bağlamda düşüncenin açıklanması ile şiddet eylemi arasındaki bağlantının belirlenmesi noktasında, AİHM, tereddütleri özgürlük lehine yorumlamak gerektiğini söylemektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 2. Dairesi (21 Şubat 2012) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gazeteci yazar Erbil Tuşalp hakkında açtığı davalarla ilgili dosyada Türk yargıç Prof. Işıl Karakaş da dâhil olmak üzere 7 üyesinin oybirliğiyle aldığı karar, Türkiye’de eleştiri hakkı ve ifade özgürlüğünün sınırlarının genişliğini göstermesi bakımından büyük önem taşıyor. Karar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10’uncu maddesinde düzenlenen ifade özgürlüğünün nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki AİHM içtihadının dayandığı esasları bir kez daha tekrarlıyor.

TÜRKİYE HEM Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) imza atmış ülkeler arasındadır.

Bu kararın bazı maddelerini özet olarak sunmak istiyorum:

6 Mayıs 2006 tarihinde “Geçmiş Olsun” başlığıyla yazıda Erbil Tuşalp, dönemin Başbakanına ağır eleştiriler yöneltmiş ve ruh sağlığını sorgulayan ifadelere yer vermiştir. Ankara 25’inci Asliye Hukuk Mahkemesi, 20 Ağustos 2006 tarihinde yazının açık hakaret içerdiğine kanaat getirerek Erbil Tuşalp’i 5 bin lira manevi tazminat cezasına mahkûm etmiş ve bu karar 2007’de Yargıtay tarafından onaylanmış.

Erbil Tuşalp’in avukatı Fikret İlkiz, her iki mahkeme kararının da Sözleşme’nin ifade özgürlüğüne ilişkin 10’uncu maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle 2008 yılında AİHM’ye şikâyette bulunmuştur.  AİHM, yaptığı inceleme sonucunda Tuşalp’i şikâyetinde haklı bulmuş ve Türkiye’yi AİHM ve AİHS’ne uymadığı gerekçesiyle 8.500 Euro cezaya çarptırmıştır. 

AİHM’si yaklaşık 5 sayfa tutan karar gerekçesinde özetle şu görüşleri belirtiyor:

1. Basın, demokratik bir toplumda temel bir işlevi yerine getirir. Basın özgürlüğü, aynı zamanda bir ölçüde abartmayı ve hatta PROVOKATİF OLMAYI da kapsar.

2. Gazetecinin kullandığı dil ve ifadelerin provokatif ve kaba olduğu varsayılsa ve bazı ifadeler rencide edici görülse bile, bunlar zaten büyük ölçüde kamuoyuna yansımış olan bazı olgulara, olaylara dayanan değer yargılarıdır. Dolayısıyla yeterli ölçüde olgusal dayanağı vardır. Türk mahkemeleri, burada olguları değer yargılarından ayırt etmek için çaba sarf etmemiştir.

3. Yazar, kuvvetli eleştirilerini kendi siyasi görüş ve algılarının da yansıdığı bir üslup içinde ifade etmiştir. AİHM, Sözleşme’nin 10’uncu maddesinin, yalnızca zararsız ve lehte değil, aynı zamanda kırıcı, şoke eden ya da rahatsız edici bilgi ve düşüncelere de uygulanması gerektiği yolundaki görüşünü tekrarlar. Bunlar ‘demokratik toplum’un vazgeçilmezleri olan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin gerekleridir. Üslup, ifade şekli olarak iletişimin bir parçasıdır ve ifadenin içeriğiyle birlikte koruma altındadır.

4. Sonuç olarak AİHM, yazarın kullandığı kuvvetli ifadelerin Başbakan Erdoğan’a haksız bir saldırı olarak görülemeyeceği kanaatindedir. Ayrıca, dosyada bu yazıların Erdoğan’ın siyasi kariyeri ve özel hayatı üzerinde bir etkisi olduğuna ilişkin hiçbir şey yoktur.

AİHM, işte bu hukuki görüşlere dayanarak, yazar Erbil Tuşalp’i mahkûm eden iki mahkeme kararıyla Türkiye’nin Sözleşme’nin ifade özgürlüğüne ilişkin 10’uncu maddesini ihlal ettiğine karar vermiştir. (Bu kararın bir nüshasını daha önce mahkemenize vermiştim.)

  • DAVACI KİTABIMDA OLMAYAN İFADELERİ VARMIŞ GİBİ GÖSTEREREK MAHKEMENİZİ ALDATMAKTADIR 

Davacı mahkemenize verdiği ilk dava dilekçesinde kitabımda olmayan metinlere veya var olan alıntılara eklemeler / çıkarmalar yaparak varmış gibi göstermiş; hem yalan beyanda bulunmuş hem de mahkemenizi aldatma yoluna gitmiştir. Bununla bir yanlış algı üretildiği açık biçimde görülmektedir.

Şimdi bunları hem davacının dava dilekçesi hem de kitabımdan örnekleme yoluyla delillendirmek istiyorum. Bu arada sizler de kitabın adı zikredilen sayfasını açarak yaptıkları iddiaların yerinde olmadığını görebilirsiniz.

Mahkemeyi Aldatmaya Örnek: 1

“Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli kitabımın hiçbir sayfasında Fetullah Gülen’in “İLLİMÜNATİ” üyesi olduğuna dair bir ifadegeçmemektedir. Buna rağmen davacı tarafından verilen dava dilekçesinin 4. Sayfasında geçen ve kitabımın 300. Sayfasında geçtiği iddia edilen “Dinler arası diyalog diyenler, ülkemizdeki İLLİMÜNATİNİN en tesirli silahıdır.”  ve 302. Sayfasında “Bediüzzaman maskesi takarak İLLİMÜNATİNİN (gizli ecnebi komitesinin) oyuncağı olanlar tespit edilmelidirler.” Şeklindeki cümlelerine “İLLİMÜNATİ” kelimesi eklenerek farklı bir algı oluşturulmak istenmiştir. Adı geçen yazı bu yapı tarafından Tevhit Selam kumpas davasında mağdur edilen ve yıllarca hapis yatan gazeteci Yazar Mustafa Kaplan’ın yine meşhur yazar Prof. Dr. Yaşan Nuri Öztürk’e yazdığı bir mektuptur. Davacıların iddia ettiği gibi yazıda İLLİMÜNATI kelimesi yoktur. Yazıda “GİZLİ BİR İFSAT KOMİTESİ”nden bahis vardır. Davacı “GİZLİ BİR İFSAT KOMİTESİ ifadesinin yerine İLLİMÜNATİ kelimesini sokarak hem mahkemenizi aldatmakta hem de bir algı oluşturmaya çalışmaktadır.

Davacı bu ifadeleri kendi üzerine almakla aslında “Gizli bir ifsat komitesi” mensubu olduğunu kabul mü etmektedir?

Mahkemeyi Aldatmaya Örnek: 2

Davacı tarafından verilen dava dilekçesinin 4. Sayfasının 1. Paragrafında geçen ve kitabımın 213. Sayfasında yer alan “Fetullah Hocanın VAAZLARIYLA salık verdiği İslâm’la, yaşanan İslâm arasında hiçbir benzerlik yoktur. Yani Fetullahçılık menkıbeler, üfürmeler, beyin kirletme ve aldatma üzerine kurulu bir düzendir.”  alıntısındaki “VAAZLARIYLA” kelimesi çıkarılarak metin bağlamından kopartılarak farklı bir algı oluşturmak istenmiştir. Hâlbuki bir kelimenin hatta bir virgülün bile cümlelerde ne gibi büyük anlam kaymalarına sebep olduğu bilinmektedir.

Mahkemeyi Aldatmaya Örnek: 3

Yine davalı tarafından verilen dava dilekçesinin 6. Sayfasının 1. Paragrafında kitabımın 528. Sayfasından olduğunu söylediği, “Gülen bir taraftan Kur’an’ın Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayetlerin sabote etmeye çalışıyor, diğer yandan da İSLAMI LİBERAL MANTIKLA ANLAMAYA VE PAZARLAMAYA ÇALIŞIYOR. Yani İslam’ı Protestanlaştırarak Washington-Vatikan’ın taleplerine uygun hale getirmeye çalışıyor. Hz. Peygamberi Kelime-i Tevhitten silerek Hıristiyanlığın önünü açıyor. Müslümanları bırakıp, hatta onlardan nefret ettiğini açıklayıp, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeye başladı.” Bir metinden bahsetmektedir. Hakim Bey buyurun bakın, kitabımın 528. Sayfasında öyle bir metin asla yoktur. (Hakim: Evet yok.)

Mahkemeyi Aldatmaya Örnek: 4

Dava dilekçesinin 4. sayfasındaki 10. Paragrafında Kitabımın 300. Sayfasındaki bir alıntı ifade, “Cemaatlerin dahi o ecnebi komitenin vatanımızdaki en tesirli silahlarından birisi olan dinlerarası diyalog seline kapılmalarıdır.” Şeklinde iken davacı bu metni “Dinlerarası diyalog diyenler İllimünatinin en tesirli silahıdır” şekline çevirerek hem cümleyi bağlamından koparmış hem de mahkemenizi aldatma yoluna gitmiştir. (Hakim Bey: Evet çarpıtılmış. İddia ettikleri metin burada yok.)

Mahkemeyi Aldatmaya Örnek: 5

Davacı dava dilekçesinin 4. Sayfa 4. Paragrafında kitabımın 219. Sayfasından alıntı yaparak, “Hadis-i şerifi çarpıtarak tıraş olanları Fetullahçı diye tanımlayıp bu insanları öldürmeyi veya onlar tarafından öldürülmeyi teşvik etmekte adeta kutsamaktadır.” demektedir.  Hâlbuki adı geçen metin davacı Gülen’i muhatap almamış, HARİCİLER (Bir anlamda Bugünkü DEAŞ-IŞİD) adlı bir grubun tavrını Peygamberimizin Hadis-i şerifinden yola çıkarak yorumlama ve eleştirme yoluna gitmiştir. Şimdi bende tıraş oluyorum, davacının iddiasına göre kendi kendimin öldürülmesine mi fetva veriyorum? Komik değil mi? Davacı 219. Sayfada metni zikredilen hadis-i şerifi ve yapılan yorumla beraber alma yerine cımbızlayıp farklılaştırarak metni bağlamından koparmıştır.

Davacının dava dilekçesi ile mahkemenizi aldatmasına gösterdiğim bu beş örneği şimdilik yeterli görerek diğer maddelere geçmek istiyorum.

DAVACI DAVA DİLEKÇESİNDE ALINTILARI BENİM İFADEMMİŞ GİBİ GÖSTEREREK MAHKEMEYİ YANILTMAKTADIR

Davacı, kitabımda yaptığım araştırmalar sonucunda vakaları izah edebilmek için alıntıladığım ve kaynağı gösterilmiş metinleri “SANKİ BENİM İFADELERİMMİŞ” gibi takdim etmekte ve bununla kendisine hakaret ettiğimi iddia etmektedir. Bu tamamıyla gerçek dışı bir iddiadır. Davacı tarafından verilen dava dilekçesinin;

3. Sayfasındaki 1-2-8-9-10-11-12. Paragrafları,

4. Sayfadaki 4. Ve 10. Paragrafları,

5. Sayfadaki 11.  Ve 14. Paragraflar vs. vs. buna en açık örnektir. Bu metinler kitabımda alıntı olmasına ve kaynakları gösterilmesine rağmen dava dilekçesinde bu ifade edilmemiş ve sanki bana aitmiş ve ben söylemişim gibi bir algı oluşturulmuştur. 

Ayrıca, “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli kitabımın içinde yer verdiğim alıntıların birçoğuna katılmadığımı yine kitapta beyan ettim. Zaten davacı da dava dilekçesinin 7. Sayfa 2. Paragrafında, “Her ne kadar kitabın sonunda yazar bu görüşlerin bir kısmını haksız ve abartılı buluyorum dese de” dediğimi kabul etmektedir. 

DAVACI ŞAHIS MI KURUM MU KARAR VERMELİ?

Davacı Gülen değişik açıklamalarında bir yandan kendisinin hiçbir cemaatin, grubun, hareketin lideri veya mensubu olmadığını dile getirirken diğer yandan kitabımda geçen cemaat, grup ve hizmet hakkında yapılan eleştiri ve yorumlara kendini muhatap kabul etmesi ve sahiplenmesi hem kendi tezini çürütmekte hem de hiçbir mantık veya akılla izah edilememektedir.

Aslına bakarsanız bu davadan Fetullah Gülen’in haberi olmadığını düşünüyorum. Zira Gülen’i yakından tanıyan biri olarak onun bu derece çelişkilere imza atmayacak kadar zeki biri olduğunu biliyorum. Bu açıdan mahkemenizden Avukatların vekâletlerinin incelenmesini istemiştim. Şimdi de davacı Gülen’in mahkemeniz huzurunda bu husustaki ifadesinin alınmasını talep ediyorum.

Davacının mahkemenize ilk verdiği dava dilekçesinde hakaret içerdiği iddia edilen metinlerin % 90’ninin Fetullah Gülen’i değil, Gülen’in kendisinin de ifade ettiği gibi hiçbir alakası olmadığı bir sosyal grubun, cemaatin ve hareketin yaptıkları eleştirilmektedir.

Davacı tarafından verilen dava dilekçesinde Fetullah Gülen’le alakası olmayan metinlerin bazılarını davacı vekillerine soru şeklinde tevcih etmek istiyorum:

Davacıya Soru 1:

Dava dilekçesinin 2. Sayfasındaki 5. Paragrafta kitabımın 29. Sayfasında geçen  “…Faiz paralarının fütursuzca yenilmesi, Türkçülük yapılarak cemaat içindeki Kürtlerin aşağılanması, Müslümanların meselelerine ve özellikle de tesettüre sahip çıkılmaması, oluşturulan elit sınıf ve beş yıldızlı otellerde yenen zekât-fitre paraları, makam için yapılan kavgalar, dinler arası diyalog çalışmaları adı altında Yahudi ve Hıristiyanlara verilen tavizler..” şeklindeki metinde muhatabın Gülen değil, cemaat denilen bir yapı olduğu açıktır. Fetullah Gülen, cemaat lideri veya mensubu mudur ki bu ifadeleri kendisine yapılmış hakaret olarak algılamış?

Davacıya Soru 2:

Yine Dava dilekçesinin 2. Sayfasındaki 10. Paragrafta kitabımın 165. Sayfasında geçen, “Artık müesseseler kadının her yerini gösterir hale geldi.” Şeklindeki metnin neresinde davacı Fetullah Gülen muhatap alınmıştır? Gülen müessese midir ki bu metne kendini muhatap saymış?

Davacıya Soru 3:

Yine Dava dilekçesinin 2. Sayfasındaki 11. Paragrafta kitabımın 170. Sayfasında geçen, “Makyavelizm hizmette prensip haline getirilmiştir.” Şeklindeki metnin neresinde Fetullah Gülen muhatap alınmıştır? Gülen hizmet midir ki bu metne kendini muhatap saymış?

Davacıya Soru 4:

Yine Dava dilekçesinin 3. Sayfadaki 3. Paragrafta kitabımın 175. Sayfasında geçen,“Hizmette olmayanlar ya sapıktır, ya dalalettedir” şeklindeki metin bir psikiyatrın hizmet denilen yapıyı tahlilidir ve hizmet denilen grubun kendinden olmayanları “Bunun için kendi hizmetinden olmayan inananlar, ya sapıktır, ya dalalettedir.” Şeklinde ifade ettiklerinin tespitini yapmaktadır. Davacı Fetullah Gülen, hizmet midir ki bunu kendine hakaret olarak algılamış?

Davacıya Soru 5:

Yine Dava dilekçesinin 3. Sayfadaki 9. ve 10. Paragraflarda kitabımın 188. Sayfasında geçen, “Hizmet denilen” ve “Robotlar cemaati” şeklindeki alıntı metin bir gruptan bahsedilmektedir. Gülen eşittir hizmet ya da robotlar cemaati midir ki bu metinlerin kendisini muhatap aldığını iddia ederek hakaret kabul etmektedir? 

Davacıya Soru 6:

Yine Dava dilekçesinin 4. Sayfadaki 10. Paragrafta kitabımın 300. Sayfasında geçen, “Dinlerarası diyalog diyenler” şeklinde bir ifade geçmektedir. Dinlerarası diyalog diyenler ifadesinin neresi Fetullah Gülen’i hedef almaktadır ki bu metni hakaret saymış? 

Davacıya Soru 7:

Yine Dava dilekçesinin 4. Sayfadaki 11. Paragrafta kitabımın 302. Sayfasındaki “Bediüzzaman maskesi takanlar” ifadesi geçmektedir. Fetullah Gülen böyle bir maske taktığını kabul mu ediyor ki bu ifadeyi üzerine alarak hakaret saymış?

Davacıya Soru 8:

Yine Dava dilekçesinin 4. Sayfadaki 14. Paragrafta kitabımın 310. Sayfasında geçen, “Gülenciler” ifadesi davacı Güleni değil peşinden giderleri ifade etmektedir ve bu bir hakaret değil, tarif için kullanılan bir nitelendirmedir.

Davacıya Soru 9:

Yine Dava dilekçesinin 5. Sayfadaki 6. Paragrafta kitabımın 376. Sayfasında, “Bir kısım kendini bilmezler” ifadesi geçmektedir. Davacı kendini “Kendini bilmez” olarak mı kabul ediyor ki bu metni hakaret saymış?

Davacıya Soru 10:

Yine Dava dilekçesinin 5. Sayfadaki 14. Paragrafta kitabımın 505. Sayfasında, “Bilindiği üzere ABD’nin gönderdiği ve CIA pasaportu taşıyan binlerce dolar maaşlı öğretmenlerin kontrolünde bulunan bu okullarda, İngilizce eğitimi ve Batı kültürü aşılanmaktadır.” ifadesi geçmektedir. Bu metnin neresi davacıyı hedef almıştır? Gülen CIA’ya hizmet ettiğini ve bu okullarda İngiliz kültürüne hizmet ettiğini kabul mü etmektedir? Davacı Gülen bu okulların nesi olmaktadır? Sadece bu kabul bile Fetullah Gülen’in bir örgüt lideri olduğunu kabule delil olarak yeter diyorum.

Davacıya Soru 11:

Yine Dava dilekçesinin 6. Sayfadaki 4. Paragrafta kitabımın 554. Sayfasında geçen, Paralel yapının illegal dinlemelerle AK Parti içinde 70’in üzerinde milletvekilini istifa ettirerek hükümeti düşürmeye çalıştı.” Şeklindeki ifadenin neresi davacı Gülen’i muhatap almaktadır. Davacı bir yandan paralel yapı mensubu ve lideri olmadığını iddia ederken bir yandan bu metnin kendisini muhatap aldığını hangi akıl ve mantıkla kabullenmekte ve metinlerin kendisine yönelik bir hakaret olduğunu iddia etmektedir?

DAVACI DÜŞMANLIK HİSSİYLE HAREKET ETMEKTEDİR

Davacının dava dilekçesini incelediğimizde hakaret olduğu iddia edilen metinlerin hiçbirinin hakaret olmadığı açık olmasına rağmen hakkımda dava açmaları ve bu davaları diğer mahkemelere de taşımaları açık biçimde düşmanlık hissiyle hareket ettiklerini göstermektedir.  Bunun en önemli göstergesi de değişik yerlerde hakkımda açılan mahkemeler ve bu mahkemeler aracılığıyla benden fahiş miktarda tazminat istemeleridir.

Ankara 16. Asliye Hukuk 2014/78 50 BİN TL tazminat,

İstanbul 12. Asliye Hukuk 100 BİN TL tazminat,

15. Asliye Hukuk 2014/333 30 BİN TL tazminat,

ve mahkemenizde 50 BİN TL tazminat davası açmaları buna örnektir.

Yine düşmanlık beslemelerinin bir örneği de İstanbul 12. ve 15. Asliye Hukuk Mahkemelerine konu olan davalar savcılık tarafından reddedilmesine rağmen sırf beni FETÖ/PDY isimli örgüte karşı devletimin yanında verdiğim mücadeleden yıldırmak, sindirmek ve korkutmak için aynı dilekçeler hukuk mahkemelerine de verilmiştir.

Ayrıca davacı Gülen’in peşinden gittiğini iddia edenler, dağıtım ağlarındaki güçlerini kullanarak  “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli kitabımın okuyuculara ulaşmaması için ellerinden geleni yapmış ve kitap birçok dağıtım şirketinden kolilerin açılmadan geri iade edilmiştir. Bu açıdan yayınevi tarafından çok satılacağı düşünülerek kitap 6.000 adet basılmış, ancak engellemeler sebebiyle basılan kitapların yarısı bile satılmamış ve yayınevi zarara uğratılmıştır. Bu durum Kültür Bakanlığına yazılacak bir dilekçe ile tespit edilebilir. Davacı Gülen bunu bilmesine rağmen sanki kitap çok satmış gibi göstermekte ve fahiş bir tazminat talep etmektedir.

DAVACI TERÖR ÖRGÜTÜ LİDERİ OLARAK ARANMAKTADIR

Davacı Fetullah Gülen, bugün hakkında Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri tarafından hakkında onlarca davadan yakalama kararı olan ve adresi tespit edilemeyen GAİB biridir.

FETÖ/PDY isimli bir örgütün lideri olduğu iddiasıyla Türkiye Cumhuriyeti savcıları tarafından yürütülen soruşturmalar sonucunda mahkemeler iddianameleri kabul etmiştir. Açılan davalar sonucunda Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri Fetullah Gülen hakkında İstanbul, Ankara, Bursa ve Adana’da bir numaralı sanık olarak hakkında yakalama kararı vermiştir. Tespit edebildiğim kadarıyla Gülen hakkında tutuklama kararı veren bazı mahkemeler şunlardır:

Ankara 8. Ağır Ceza Mahkemesi Telekulak (dinleme) davasında,

Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi KPSS Soruları çalma davasında,

Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi Himmet davasında,

İstanbul 13. Ağır Ceza mahkemesi Casusluk ve yasa dışı dinleme davasında,

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Selam Tevhit kumpas davasında,

Bakırköy 5. Ağır Ceza Mahkemesi 54 Hakim ve savcı davasında,

Adana 8. Ağır ceza Mahkemesi MİT Tırları davasında,

Ayrıca İzmir, Uşak, Eskişehir, Van, Bursa gibi illerde de açılan davalarda Gülen bir numaralı sanık olarak yargılanmaktadır.

Yine davacı Fetullah Gülen hakkında;

14 Aralık 2014’de İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliği’nce,

24 Şubat 2015’de İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliğince FETÖ/PDY lideri olduğu gerekçesiyle hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştır.

DAVACI HAKKINDA FETÖ/PDY DEMEK SUÇSA!!!

Davacı Fetullah Gülen 17/25 Aralık 2013 günü ülkenin seçilmiş hükümetine yönelik bir darbe girişiminde bulunduğu ve başarısız olduğu kamuoyunun malumudur.  Bu hususta açılan soruşturmalarda davacının temsil ettiği örgütün adının FETÖ/PDY olduğu T.C Savcılıkları ve mahkemelerince ifade edilmiş ve bu ifadeler kamuoyuna mal olduğundan başta C. Başkanı, Başbakan, MGK, Hükümet üyeleri, Anayasa Mahkemesi, Hakimler, Savcılar, kamuoyu vs. vs. hemen herkes bu ifadeleri kullanmaktadır.

Mesela Anayasa Mahkemesi, FETÖ/PDY davasından Silivri’de tutuklu polislere tahliye veren tutuklu hâkimler MUSTAFA BAŞER VE METİN ÖZÇELİK Anayasa mahkemesine bir başvuru yapmış ancak Anayasa mahkemesi bu başvuruyu reddetmiş ve iki hâkimin hakkının ihlâl edilmediği kararını verirken şu ifadeleri kullanmıştır:

“İki hâkim, FETÖ/PDY örgütü kapsamında tutuklanmışlardır. Terör örgütü üyesi konumundadırlar. Bir örgüt bahis konusu olduğu için, ortada tekrarlanan bir suç vardır. Dolayısıyla, ‘suçüstü hali’ bu şekilde oluşmuştur.”

Yine mesela Bakırköy Cumhuriyet Başsavcıvekili Ömer Faruk Aydıner tarafından tamamlanarak 54 hakim ve savcı hakkında hazırlanıp Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilerek kabul edilen ve Kamuoyunda “Selam Tevhid- Kumpas” davası olarak meşhur olan davanın iddianamesinde de  “Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması” (FETÖ/PDY) ifadesi kullanılmaktadır.

Yine mesela FETÖ/PDY Milli Güvenlik Kurulu tarafından “ULUSAL GÜVENLİĞİ TEHDİT EDEN YAPI” olarak Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde iç tehdit olarak yer almıştır.

Bir gazeteci yazar olarak benim davacı hakkında FETÖ/PDY ismini kullanmam kadar tabii ne olabilir? Aslında bu durumun davacılar tarafından serrişte edilmesi düşmanca davrandıklarının başka bir delilidir. Bütün bu ifadeyi kullananları değil de beni bu ifadeyi kullandığım için mahkemenizde hakkımda dava açılması ancak davacının düşmanlık hisleriyle hareket etiğiyle açıklanabilir.

DAVACIYA HAKARET KASTIM OLSA!!!

Mahkeme süresince biraz detaylara girildiği için esas konu gözden kaçmıştır. Kitabım incelendiğinde davacı vekillerinin iddia ettiği gibi gösterdikleri hiçbir metin hakaret içermemektedir. Kaldı ki ben zaten kitap hazırlamaktaki kastımın hakaret olmadığı ve davacı Fetullah Gülen’in takdir ettiğim yönlerinin de bulunduğunu kitabımın19. ve 576. Sayfalarında özetle şöyle beyan ettim:

Böyle bir kitabın hazırlanış maksadı asla Gülen’in şahsı ile ilgili bir problemden kaynaklanmamaktadır. Aksine Gülen’in şahsi yaşantısını daima takdir edenlerden biriyim ve bunu her zaman ve mekânda sesli olarak dile getiririm. Zira Gülen şahsi yaşantı yönüyle her babayiğidin yaşaması mümkün olmayan bir hayat tarzı seçmiş ve bunu gençliğinden bugüne kadar sürdürmüştür. Ancak Gülen’in ferdi yaşantısındaki bu istikameti sosyal hayata dönük olan ve İslâm’ın sosyal hayata bakan yönleri ile ilgili değerlendirmelerinde aynı seviyede görmek mümkün değildir. Bu tür yanlışların yapılmasında cemaat oluşturulurken haberleşme ve istişareye yeterince önem verilmemesinin önemli rolü var olduğuna yakinen şahidim. Böyle bir noktada sosyal grup içindeki İslâmî anlamdaki ciddi kırılmaların varlığını görmemek için kör olmak lazımdır.”

Hülasa etmek gerekirse Gülen ve cemaati son otuz yılda bu ülkede İslâmi hizmet vermeye çalışan bütün Müslümanları değişik açıklama ve tavırlarıyla ciddi anlamda rencide etmiş ve ağlatmıştır. Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar isimli araştırmamız belgelerle bu gerçeği gözler önüne sermek maksadıyla on altı yılını bu sosyal grup içerisinde çeşitli kademelerde görev yapan biri tarafından kaleme alındı.”

“Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli kitabımın önsözü içerisindeki bazı sayfalarda da davacı Fetullah Gülen’i takdir eden şu ifadeler de bana aittir:

“Gülen gibi İslam’i eğitim almış.. s. 19”,

“Yaptığı İslam’ı hizmetlerin güzelliği ve büyüklüğü.. s. 22” ,

“Nitekim Hoca zaman zaman cemaati ikaz etmiş ve Allah’ın hikmet yüklü değişmez yasasına Kur’an ve sünnet ışığında tarihten verdiği misallerle dikkat çekmiştir..” s. 153”,

Gülen Türkiye ve dünyanın dört bir yanında yüzlerce dershane, okul, yurt vs. açmış, buralarda insan eğitmekte.. s. 261”)

Şimdi hakaret kastı olan biri olsam, davacı için bu cümleleri kullanır mıyım?

BEN DAVACININ DÜŞMANI DEĞİLİM

Davacı Fetullah Gülen verdiği dava dilekçesindeki iddialarında kendisine düşman olduğumu belirtmesine rağmen bunun için geçerli bir gerekçe gösterememiştir.  Bir fikir insanı olarak fikirlerinin bazılarına karşı çıktığım kişiye düşman olduğumu iddia etmek aslında bana karşı yapılan bir iftiradan başka bir şey değildir.

Hazırladığım kitapta ifade ve basın özgürlüğü çerçevesinde elde ettiğim bilgileri kamuoyuyla paylaşmanın asla düşmanlıkla ve hakaretle ilgisi yoktur. Bugün her gün yayınlanan gazeteler ve televizyonlar haklarında eleştiri yaptıkları herkesi düşman olarak mı görmektedir ki, davacı ve vekili hakkında yazdığım bir kitap sebebiyle kendisine düşman olduğumu iddia etmektedir?

TALEP VE SONUÇ:

Yukarıda 11 başlık altında yaptığım açıklamalar huzurunuzdaki bu davanın yersiz, hukuksuz, mahkemenizi aldatmaya yönelik iftiralarla dolu, gayri ciddi ve Anayasa, AİHM ile AİHS’ne aykırı olduğu açıktır.

Davacı Fetullah Gülen ve vekilinin bir gazeteci yazar olarak uzun çalışmalar sonunda kaleme aldığım ve tamamıyla “İFADE VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ” çerçevesinde yayınladığım “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli eserimle alakalı ileri sürdükleri iddiaların tamamı gerçek dışı ve şahsıma karşı yapılmış isnat ve iftiralardır.

Davacıların iddia dilekçesinde hakkımda ileri sürdükleri iftiralar sebebiyle oluşan haklarında dava açma hakkımı saklı tutarak;

  1. Mahkemenizde görülen ve davaya dayanak oluşturan “Gülen’in Ağlattığı Müslümanlar” isimli eserimin “eleştiri, düşünce ve ifade özgürlüğü” ile “basın özgürlüğü” kapsamında değerlendirilerek, davacının soyut, afakî ve hukuksal dayanaklardan yoksun dava dilekçesindeki iddialar ile huzurdaki tazminat davasının reddedilmesini;
  • Davaya karşı şimdiye kadar yazdığım cevap ve itirazlarımın (Gülen’in akıl sağlığının tespiti, avukatların vekâletlerinin tespiti ve alıntı sahiplerinin de mahkemenizde yargılanması vs.) kabul edilmesini ve dava dilekçesinde yer alan üzerime atılı suçları işlemediğimin kabul edilmesini;
  • Gaip durumda olan davacı Fetullah Gülen’in ve vekillerinin yaptığı suçlamaların isnat, iftira ve şahsıma karşı hakaret içeren nitelikte olduğunun kabul edilmesini,
  • Yargılama giderlerinin davalıya yüklenilmesini mahkemenizden saygı ile arz ve talep ederim.

Sözlü savunmam bitince Hâkim adeta şoka girmişti. Avukatlar resmen mahkemeyi yalanlarıyla meşgul etmiş ve aldatmışlardı.. Savunmam biter bitmez hâkim karar dedi ve FETÖ avukatlarının hakkımda açtıkları dava reddedildi.

Daha sonra temyiz etseler de Yargıtay da davalarını reddetti ve ben kazandım.

Nazmi Ardıç ve Sait Gök gibi polis şeflerinin açtıkları davalar da üç ayrı mahkemedeydi. Hâlbuki aynı dilekçeyi vermişlerdi. Savcılığa verdikleri dilekçelerde soruşturmaya gerek yoktur diye reddedilmişti. Buna rağmen farklı mahkemelerde tek tek dava açarak benim gözümü yıldırmak istiyorlardı.

Davanın görüldüğü mahkemenin hâkimine her üç davanın birleştirilmesi gerektiği hususunda dilekçe verdimse de davalar ayrı ayrı görüldü ve orada da yaptığım savunmalar haklı bulunarak hakkımda açılan davalar reddedildi. Hakkımda dava açan yedi polis şefi de meslekten men edildi ve tutuklanarak cezaevine gönderildi.