ŞEHİT YAKINLARINA VEFA BORCUMUZ

(Ülkücü Hareketin canlı tarihi 105 yaşındaki Bekir Doğan amcayı ziyaret)

45 yıllık dostum, Yusufiye’den arkadaşım Erdem Karakoç başkan telefon ederek, “Selim yarın Bekir amcayı ziyarete gidelim.” Dediğinde zihnimde geçmişe ait birçok hatıra canlandı.

Bekir Doğan amca 105 yaşındaydı ve geçmişte MHP’nin Kadıköy ilçe başkanlığını yapmıştı. Başta Başbuğ Alpaslan Türkeş olmak üzere Recep Haşatlı, Gün Sazak gibi şehitlerimiz ve Nihal Atsız, Necdet Sevinç gibi yazarlarımızla dostluğu vardı. Aslında Bekir amca milliyetçiliğin, MHP’nin, ülkücü hareketin geçmişini bilen canlı bir hafıza hükmündeydi. Yani canlı bir tarihti.

Bekir amcayı farklı kılan bir özelliği daha vardı. Ülkücü hareketin ilk şehitlerinden öğretmen Cemil Doğan’ın abisiydi.

Cemil Doğan 15 Şubat 1973 yılında Adıyaman’da komünistler tarafından katledilmişti.

 Cemil Doğan’ın asıl memleketi Gaziantep’in Nizip ilçesinin Çiftlik köyüydü. Zor şartlarda okumuş, öğretmen olmuş, memleketine hizmet edecek idealist gençler yetiştirmişti. Yazdığı bir şiirde atalarını ve geldiği soyu şöyle dile getirmişti:

“Horasandan gelmişim soyum Oğuz soyundan.

Cerit derler oymağım Türklüğün bir boyundan

Adım Cemil Doğan’dır, soyum Türk’ün soyundan.

Cerit oğluyum hey, Türklüğüm imanım var.”

Ülkücü Cemil Doğan Şanlıurfa ve Bayburt’taki görevinden sonra Adıyaman Erkek Sanat Enstitüsüne müdür olarak atanmıştı. Daha yaşı 28’di ama mesleğindeki başarı onu kısa zamanda müdürlüğe taşımıştı. Onun için memleketin her yeri birdi.  Önemli olan gittiği her yerde vatanına, milletine, bayrağına sahip çıkacak idealist gençlerin yetişmelerine aracı olmaktı.

Cemil Doğan Adıyaman’a gittiğinde boş durmadı. Her idealist ülkücü gibi davası için bir şeyler yapması gerektiğine inanıyordu. İdealist bir öğretmen olarak kendi mesleği ile ilgili faaliyet yapan ÜLKÜ-BİR’in Adıyaman kurucusu oldu ve Başkanlığını yaptı.

Cemil Doğan’ın hem okul müdürü olması hem de ÜLKÜ-BİR başkanlığını yapması bölgedeki komünistlerin gözünden kaçmamıştı. Böyle idealist ve başarılı bir ülkücü öğretmen vatan haini komünistler için önlerinde büyük bir engeldi. Bu engeli kaldırmak için alçakça plan yapmaktan çekinmediler.

Cemil öğretmen 2 Şubat 1973 günü okulların tatil olduğu bir dönemde memleketi Gaziantep’e giderken komünist hainler Adıyaman’ın Gölbaşı İlçesinde bindiği otobüsün önünü kestiler. Gayeleri Cemil Doğan’ı otobüsten indirip öldürmekti. Her zamanki gibi CHP destekli komünist katiller çok kalabalıktı. Sayıları 30-40 kişi olan komünistler Cemil öğretmeni otobüsten indirerek ellerindeki sopalarla üzerine saldırdılar. Hedefleri belliydi. Bu kalleş saldırı sonrası Cemil öğretmen özellikle başına aldığı darbelerle ağır yaralandı.  Gaziantep Devlet hastanesine kaldırılan Cemil öğretmen oradaki komünist doktorlar tarafından bir şeyi yok denilerek evine yollandı. Ancak gece yarısı yeniden fenalaşarak hastaneye kaldırıldı, çünkü beyin kanaması geçirmişti.

Hastanede 13 gün dayanan Cemil öğretmen 15 Şubat 1973 tarihinde bu dünyadaki vazifesini tamamlayarak Hakka yürüdü. Şehit oldu. Şehitlik zaten Cemil öğretmenin özlediği bir makamdı.

Cemil Doğan cesur bir kişilikti. Allah’tan başka kimseden korkmadığını yaptığı faaliyetlerle göstermişti. Bu faaliyetler sırasında başta abisi Bekir Doğan tarafından öldürülebileceğini söylediklerinde şehitliğin özlediği bir makam olduğunu beyan etmişti.

Cemil öğreten aynı zamanda şairdi. Sanki şehit olacağını hissetmiş gibi şu mısraları yazmıştı:

“Ölümden korkmak yoktur, ölümü hak bilirim.

Yaşarsam gazi yaşar, ölürsem cennet yerim.

Bir Allah’a taparım, Allah’a eğilirim.

Zapt edilmez kaleyim, dinim var imanım var.”

Hanımı bir gazeteye verdiği röportajda Cemil öğretmeni şöyle anlatmıştı:

“Cemil Doğan gerçek bir ülkücüydü. İdeallerini yaşar ve yaşatırdı. Edebiyat ve şiir sevgisi vardı. Kendisi de şiirler yazıyordu. Bu uğurda da şehit oldu.  İmanlıydı, cesurdu. Ölümü hak bilir ve ölümden korkmazdı. Vatanını, bayrağını, milletini korumak için canını vermekten çekinmezdi. Mesleğini çok seven bir öğretmendi. Evde de okulda da sorumluluk sahibiydi. Çok çalışkandı. Memleket için çalışırken hiç yorulmazdı. Gidip çalıştığı her ilde güzel ve faydalı işlerin içerisinde olurdu. Mesela; Bayburt Kalesi’ne ilk ışıklı Atatürk büstünü Cemil Öğretmen yaptırdı. Şu an Bayburt Kalesinde ışıklı Atatürk büstü hala duruyormuş. Bunu duyduğumda da çok sevindim.”

Şehitlik inanmış insanlar için kutsal bir makamdır ve Peygamberlerden sonra en yüksek mertebe olarak kabul edilir. Bu açıdan inanan ve inandığımı yaşamaya çalışan bütün idealist ülkücüler şehit olmayı bir hedef olarak kendilerine seçmişlerdir. Bunun için 1980’li yıllarda ülkenin komünist hainler tarafından işgal edilme girişimlerine yiğitçe karşı koyan ülkücüler olmuş ve bu uğurda sayıları beş bini bulan idealist genç gözünü kırpmadan şehadete koşmuşlardır. Bu gençler herkesin leylasının peşinde koştuğu dönemlerde genç yaşlarına rağmen hep Mevlalarının peşinden koşmuş ve Mevla’mız da onlara şehadet gibi yüce bir makamı hediye etmişti.

Şehidimiz Cemil Doğan’ın abisi Bekir Doğan da bu kervanda yol alan büyüklerimizden biridir. Ölümün kol gezdiği dönemlerde MHP Kadıköy ilçe başkanlığını yaptı. Bugün 105 yaşına gelmesine rağmen hala idealist duygularından zerrece taviz vermediğini ziyaretimiz sırasında da birebir gördük.

Bekir amca PKK’lı katiller tarafından 12 askerimizin şehit edilmesini içine sindirememenin psikoloji içinde ziyarete gittiğimiz anlarda defalarca dile getirdi ve uykularının kaçtığını beyan etti. Öyle ya 12 yiğit toprağa düşmüştü. 28 yaşında kardeşini ülkü yolunda toprağa veren Bekir amca bu acıyı en derinden hissedebilecek biriydi.

Bekir amcayı, 1980 öncesi Yusufiye görmüş ülkücülerden oluşan önemli isimlerinden “Erdem Karakoç, Orhan Çakıroğlu, Nadir Altındal, Memduh Yellice, Abdullah Sapan, Selim Çoraklı, Hacı Aslan, Selami Şişman”dan oluşan bir heyet halinde ziyaret ettik. Hareketin canlı tarihi Bekir amca böyle bir ziyaret için çok duygulandı. Bekir amca ziyaretten duyduğu memnuniyeti açık biçimde beyan etti.

Bekir amca 105 yaşına rağmen hala dinç ve hafızası yerindeydi.  Harekette yaşadığı bazı olayları sanki yeniden yaşıyor gibi anlattı. Başbuğ Alpaslan Türkeş, Şehit Gün Sazak, şehit Mustafa Haşatlı gibi büyükler ile evinde yaptığı sohbetlerden bahisler açtı.

Bekir amcanın bize anlattığı bir hikâyenin verdiği ders ise gerçekten hepimizi derinden etkiledi.

Rivayete göre Cengiz Han tebdili kıyafet yaparak ülkesinde gezerken bir dağda çobana rast gelmiş. Çoban o sırada çıkınındaki yiyeceklerle karnını doyurmaya hazırlanıyormuş. Gelenleri görünce, “Buyurun beraber yiyelim.” Diye teklif etmiş. Cengiz Han karınlarının tok olduğunu söylemiş. Tam bu sırada sürüyü korumakla görevli bir köpek aralıklı olarak havlamaya başlamış. Çoban yemeği bırakarak çantasından tüfeğini çıkarıp köpeğe ateş etmiş ve öldürmüş. Cengiz Han çok şaşırmış. Bu arada diğer köpek de havlamaya başlamış. Çoban tüfeği bırakarak bir kuzu kesip köpeğin önüne yemesi için bırakmış. Cengiz Han bu duruma daha da şaşırmış ve çobana, “Ya sen bir köpek havladı diye öldürdün ama diğer köpek havlayınca ona kuzu kesip ikram ettin. Bunun hikmeti ve sırrı nedir?” diye sormuş.

Çoban şöyle cevap vermiş:

“O ilk havlayan köpek etraftaki kurtlara şöyle çağrı yapıyordu: ‘Çoban yemek yiyor. Sürünün başında ben varım. Gelin beraber sürüyü yiyelim.’ Bunun için onu öldürdüm. Diğer köpek ise, ‘Ben bu sürünün köpeğiyim. Sonunda ölüm bile olsa asla sürümü kurtlara kaptırmam. Bunu böyle bilesinin ey kurtlar.’ Diyordu. O yüzden öncekini öldürdüm sonrakine ise kuzu ikram ettim. İçimizdeki hainleri iyi tanımak lazım.”

Bekir amca bu hikâye ile aslında hareketin içinde hainlik yapanların var olduğunu, bunların tespit edilerek zarar vermeyecek hale getirilmesi gerektiğini çok güzel anlatmıştı. Tabii bu arada davaya sahip çıkanların ise mutlaka vefa örneği gösterilerek sahiplenilmesi ve mükâfatlandırılmasının gerekliliğini anlatmıştı.

Anlatılan çok güzel bir dersti. Zira gerçekten ülkücü hareketi içinden çıkıp, başkalarıyla işbirliği yapıp hareketi yok etmek isteyenlerin varlığı bir gerçekti. Başka bir gerçekte dava için canını, malını, bütün emeğini verenlere hakkıyla sahip çıkılmamasıydı. (Bu arada hepten sahip çıkılmadığı söylemek bunu yapanlara karşı haksızlık olur. Bekir amcanın kastettiği yeterli düzeyde sahip çıkılmamasıydı. Bekir amca bunu bazı şehit yakınlarının ismini vererek beyan etmişti.)

Bekir amcayı ziyaret edenler olarak üzerimize düşen dersi almıştık. Arkadaşlarla ziyaret sonrası yaptığımız değerlendirmede bu türden sahip çıkılması gereken kimler varsa tespit edilerek gerekenin yapılmasının gerekliliğini konuştuk. Ancak bunun kurumsal olarak yapılmasının devamlılığı sağlama açısından önemi ortaya çıkmaktadır.

Bekir amca gibi hareketin yaşayan canlı bir tarihi olan değerlere ölmeden sahip çıkmak, onun yaşadıklarını kayıt altına almak bir zarurettir. Ne yazık ki ülkücü hareketin tarihi hakkıyla yazılmamıştır. Başkaları sineklerini kartallaştırırken ülkücü hareket kartallarını tarihe mal edecek çalışmaları kurumsal olarak başlamalı ve tarihe mal etmelidir.

Rabbim Bekir amcaya daha nice bereketli ömürler versin.

ÇAY PARASI ÖDEYENİN KONUŞTUĞU MEKÂN!

İnsan sosyal bir varlıktır. İnsanın varlığını sağlıklı sürdürebilmesi biraz da sosyal hayatının renkli olması ile doğru orantılıdır.

İnsanı diğer mahlûklardan ayıran en mümeyyiz vasfı ise konuşmasıdır. Yaratan her mahlûka ağız vermiş ama konuşma gibi bir nimeti sadece insana bahşetmiş. Bu muazzam nimetin hakkını vermek için konuşmanın en etkili biçimde kullanılması gerekir.

İnsanın insanla konuşmasının adı sohbettir ve büyükler, “Sohbette insibağ” olduğunu söylerler.

 İnsibağ, kelime olarak, “Boyanma, maddi ve manevi rengi ile renklenme, temizlenme” anlamlarına gelir. İnsanın manevi olarak temizlenmesi için sohbet denen aracı kullanmak gerekir.

Sohbete/muhabbete katılanlar, sohbette bulunan kimsenin anlattıklarıyla boyanır, onun halleriyle hallenir. “Ya huyundan ya suyundan” istifade eder.  Sohbette anlatılanlar dinleyenlerin iç dünyasına nüfuz eder.

Sohbet, sıradan olmamalı, malayani içermemeli, katılanları manevi olarak yetiştirmeli, onları yeni ufuklara taşıyabilmelidir. Vakıf Gureba Hastanesinin banisi Bezm-i âlem Valide Sultan, “Muhabbetten Muhammet oldu hasıl / Muhammet’siz muhabbetten ne hasıl.” Diyerek sohbetin/muhabbetin neyi içermesi gerektiğin çok veciz biçimde anlatmışlardır.

Kelimelerin ruhu var mı bilmiyorum, ama bazı kelimeler öyle güçlüdür ki, içerdiği anlamlarla bütünlenip hızla tefekküre dönüşür. Sohbet ve muhabbet kelimelerinin de böyle bir ruh taşıdığını düşünüyorum.

Sohbet ve muhabbet bizim kültürümüzün temelinde vardır.  Evlerde, camilerde, tekkelerde, medreselerde sohbet hayatın merkezinde yer alırdı.

Kahvehanelerimiz de sohbetin, muhabbetin zirveye çıktığı mekanlardı.

Kültür hayatımızda sohbet/muhabbet ortamlarının oluştuğu çeşitli mekânlar vardır. İlim meclislerini saymazsak en önemli sohbet mekânları eskilerin “Kıraathane” şimdilerin ise “Kahvehane” ve en yeni nesillerin ise “Cafe” dedikleri yerler olmuştur.

Yakın tarihimizde kahvelerdeki sohbetlerin en önemli konularının başında ise edebiyat, din ve siyaset olmuştur.

Osmanlı’da gelişen ve günümüze kadar yansıyan  “Edebiyat kahveleri” kültürün nesillerden nesillere taşınmasında da önemli rol üstlenmiştir. Bu anlamda misyon yüklenen “Edebiyat kahveleri” şairlerin, yazarların, üniversite hocalarının, öğrencilerinin devam ettiği, spordan siyasete, edebiyattan sanata kadar birçok konuyu konuştuğu ortamlar olarak tanınmıştır.

Günümüzde de bu geleneği sürdüren mekânlar vardır.

Makalemize konu olan ve kültürümüzün önemli sıçrama taşlarından birini oluşturan “Edebiyat kahvesi” ise sırasıyla Erenler’de başlayıp, İLESAM ile devam eden, oradan Türk Ocağı ve Yazarlar Birliği’ne taşınan, sonunda da Süleymaniye’de bulunan “Antik Kafe” isimli mekânda karar kılmış ve hala devam etmektedir.

 Antik Kafe sürecinde birkaç kez gidebildiğim bu mekânda sohbete/muhabbete katılanların profilini çıkarmak oldukça zordur. Çünkü gözlemlediğim kadarıyla her meslekten insan mevcuttur ve bu kişiler kendi alanlarında söz sahibi olmuş kişilerdir.

Hem katıldığım sohbetler de gördüklerim hem de “Ben de Çay Parası Ödüyorum” isimli Ahmet Uysal tarafından yayınlanan kitapta okuduklarım sonucunda şu kanaate vardım:

“Burası,  Türkiye’nin en önemli konularının konuşulduğu entelektüel ortamlarından biri görünüyor.  Dostluk ve arkadaşlığın harmanlandığı bir mekan. Hilmi Oflaz sofrası ise geleneğin geleceğe taşınmasında önemli bir köprü vazifesi görmekle birlikte vefalı olmanın da önemini ortaya çıkarıyor.

Mekâna katılanlar kendilerini her alanda uzman gören bir kişiliğe sahip. Görünürde müthiş bir mütevazılık var. Belki her biri mesleğinin uzmanı ama kimse mesleğini ve makamını ortaya sürmüyor. Sanki karşımızda sınıfsız bir toplum var. Bu sınıfsızlık ve mütevazılık altında (istisnaları saymazsak) neredeyse her bir katılımcı da müthiş bir ‘örtülü benlik’ üste çıkmış. Herkes siyasette, ekonomide, dinde, sporda, bilimde uzman! ”

Şimdi bu kanaatime kızanlar olabilir ama lütfen kimse kızmasın! Nasıl ki sohbetlerde sık sık gündeme gelen çay parası ödeyenlerin konuşma hakkı varsa, ben de kitap parası vermiş biri olarak fikirlerimi söyleme hakkına sahibim!

Var olan örtülü benlik, ortak bir çalışmanın ürünü olan “Ben de Çay Parası Ödüyorum” isimli kitabın ismine de yansımış. Çay parasını ödeyen her alanda doğru bildiği fikrini söyleme hakkını elde etmiş.

Herkes her konuda bilmek zorunda mı?

Burada yadırganacak bir durum gördüğüm zannedilmesin. Hoca Nasrettin bile yüzyıllar önce, “Parayı veren düdüğü çalar.” Diyerek meselenin özünü özetlemiştir.

Aslında “Ben de Çay Parası Ödüyorum” demenin “benimde söz hakkım var” deme ile aynı anlamı taşıdığı açık. Bu cümle adı zikredilen sohbetlerdeki fikir özgürlüğünün en açık göstergesini oluşturduğu gibi sohbetlerde bazen kaos ve kargaşayı da içinde barındırıyor.  

Erenlerden çıkarak Antik Kafe’de karar kılan bu grup kendine “Rindân” adını da vermiş. “Rindân” kelimesinin Osmanlıca – Türkçe sözlükte anlamı “Kalenderlik.” (Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü kimse, Dünya işini hoş görenler ehlidil) olarak karşımıza çıkıyor. Kelimenin Farsça da karşılığı ise “Rindler”. Kendi değerini olduğundan aşağı gösteren, başkalarını küçük görmeyen, büyüklenmeyen kimse, engin gönüllü, mütevazı.

Belki de Rindân grubunun ruh yapısını özetleyen cümle kitaptaki, “Ben de Çay Parası ödedim. Yarını bilmiyorum. Hayat güzel.” Repliği olmuş.

İnsandan mekâna, zamandan hayata uzanan çizgide, kendisi de bu sürecin kahramanlarından olan rahmetli Mehmet Niyazi abinin tarifi ile “Deliler, dâhiler” dervişler ve dünyaya boş vermişler bir sohbet/muhabbet için bir mekânda buluşmuşlar. Kitapta anlatılanları okuyunca o mekânın müdavimleri burayı kendi kendilerini tedavi eden bir merkeze dönüştürmeyi başardıklarını da görüyoruz.

“Rindân grubu kimlerden oluşuyor ve nasıl insanlar?” diye bir soru sorsanız bunun cevabını Aydın Vahapoğlu’nun Rindân ile tanışmasını anlatırken bir büfeci ile yaşadığı ironisi büyük kendisi küçük anekdotta saklı olduğunu söyleyebilirim.

“Mevlana İdris beni kafeye davet etti. Bir sonbahar akşamıydı. ‘Eczanenin üstü’ diye tarif etti. Kafenin giriş kapısı içeride olduğu için fark edilmesi zordu. Yan taraftaki büfeye ‘Antik Kafe nerede?’ diye sordum. Kasadaki genç bana ‘Ağabey senin orada ne işin var. Onların hepsi baron. Sen düzgün bir kişiye benziyorsun.’ dedi. Bu cevap bana çok ilginç geldi.”

Bana da çok ilginç gelen hikayelerin, yaşanmış hatıraların, nüktelerin yer aldığı “Ben de Çay Parası Ödüyorum” 1980-2023 yıllarını içeren, hatıraların öbeği bir kültür atlası gibi olmuş.

Rindân müdavimlerinin hayatlarından oluşan hikâyelerle süslü ve beş yüz sayfayı geçen “Ben de Çay Parası Ödüyorum”  isimli hacimli eserde Türk kültüründe kahve geleneğinin serüveninin yanında özellikle 1980 darbe sonrasının resmedildiğini görüyoruz. Rindân grubu, sohbet /muhabbet ortamında 12 Eylül darbesinin insanlarda yaşattığı travmanın giderilmesinde önemli rol üstlenmiş. Bulundukları mekânlarda yaşananlar, belki de sosyal patlamaların oluşmasının önündeki en büyük engellerden birini oluşturmuş. Her biri değişik baskılara maruz kalan müdavimler buralardaki sohbetlerde hem psikolojik olarak ruhlarında meydana gelen boşlukları doldurmuş hem de ülkede olan bitenlere kayıtsız kalmamanın tavrını geliştirmişlerdir.

Bu tür mekânlar katılanların birbirlerini daha iyi tanıdığı yerler olmuştur. Buradaki birliktelikler sonunda bazı dergi, gazete, kitap vs. ürünler yayın piyasasına kazandırılmıştır.

Erenler ile başlayıp İLESAM, Yazarlar Birliği ve Türk Ocağı ile devam eden bu geleneğin “Antik Kafe” isimli mekânda nevi şahsına münhasır bir özellik kazanmış. Sosyal hayatın hengâmesi içinde boğulmaya yüz tutan insanların nefes aldığı bu mekâna devam edenler kaybolmaya yüz tutmuş dostlukların yeniden neşvünema bulmasına vesile olmuş.

Kahve deyince genel olarak aklımıza bugün oyun oynanan yerler gelse de Antik Kafe’deki Cumartesi sohbetleri bu kanaatin yıkılmasına sebep olmuş. Çünkü burası, sadece birkaç entelektüelin katılıp kendini tatmin etme yeri olmaktan çok öte bir misyona sahip olmuş. Katılanlar içinden bakanlar, genel müdürler, edebiyatçılar, yazarlar, çizerler, valiler, kaymakamlar, bilim adamları çıkmış.

Antik Kafe sohbetlerinin müdavimleri sadece bunları yapmakla kalmamış. Özellikle geçtiğimiz yıl ülkemizde yaşanan ülke tarihimizin en büyük felaketlerinden biri olan deprem dolayısıyla birçok çalışmaya da imza atmışlar. Hatay’ın Kırıkhan ilçesinde geçtiğimiz yıllarda vefat eden ve kahvenin değişmez müdavimlerinden biri olan Mevlana İdris adına bir öğrenci yurdu da yapmaya karar vermişler. Yayınladıkları “Ben de Çay Parası Ödüyorum” isimli kitabın gelirini de bu yurda bağışlanmış. Sadece bu çalışma bile sohbete katılanların güzel bir vefa duygusuna sahip olduğunu göstermeye yeter diye düşünüyorum.

 “Ben de Çay Parası Ödüyorum” kitabı 1980-2023 yıllarını kapsayan kırk yıllık bir süreci anlatsa da aslında kültürümüzde kahve geleneğinin özetlendiği bir eser olarak karşımıza çıkmış. Erenlerden başlayıp Antik Kafe’de kendisine daha disiplinli bir vücut bulmuş Rindân grubu burada “Örtülü benlik” diye tarif ettiğim hallerin törpülenmesine de çalışmış. Belki de bunun yansıması olarak her fikirden insanı bünyesine katarak hayatiyetini bugüne kadar devam ettirebilmiş.

Rindân grubu Antik Kafe’de sohbetlere de bir standart getirmeye çalışmış. Buraya kadar herkesin gelişigüzel sohbet konusunun içine dalması olumsuz sonuçlar doğurmuş olmalı ki, “Medaratörlük” sistemine geçilmiş ve bu görev de Rindân’ın değişmez kişisi olan ve liderlik vasfı taşıdığı herkes tarafından kabul edilen Alper Kanca’ya verilmiş. Kanca, artık Rindân’ın değişmez medaratörü olmuş ve konuşmacıların görüşlerine tarafsız bir şekilde yaklaşmayı şimdiye kadar sürdürmüş.

Bundan sonra ne olacaktır? Büyük bir özveri ve gayretle kitabı hazırlayan Ahmet Uysal bu sorunun cevabını kitabın son paragrafında vermiş:

“Tereddütsüz herkes ‘Rindân, elbette ona hikmet yakışır’ der ve 1981’den 2023’e kadar, yani kırk yılı aşkın bir hikâyenin geleceği hakkında kaygılanmaz. Zira Aslolan dostluktur. Erenler’den başlayıp İLESAM, Yazarlar Birliği ve Türk Ocağı vasıtasıyla Antik Kafe yıllarına kadar ulaşan ve nihayetinde Rindân diye isimlendirilen bir geleneğin nereye evrileceği meçhuldür. Ancak kahve için bu, bir endişe kaynağı değildir. Çünkü ‘Yarını bilmiyoruz, işte o yüzden hayat güzel.”

Son kırk yılın sosyal ve kültürel değişimlerinin de bir aynası hükmünde olan “Ben de Çay Parası Ödüyorum” son dönemlerde keyifle okuduğumbir kitapolarak kütüphanemdeki yerini aldı.

“Ben de Çay Parası Ödüyorum” ülkemizdeki son kırk yıllık sosyal ve kültürel gelişim ve değişimleri İstanbul’daki bir kahvehane geleneğinde görmek isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir özelliğe sahip.

KİTAP İÇİN BİR KAÇ NOT:

  1. Kitabı büyük bir özveri ile hazırladığı belli olan yazarı tebrik ediyorum. Yüzlerce kişi ile konuşup, binlerce olayı derleyip bir araya getirmek beceri isteyen bir iş olduğunu hazırladığım kitaplardan biliyorum.  
  2. Kitabın tanıtım toplantısında çok sevdiğim bir yazar abimle yan yana oturmuştuk. Kitabın yazarı Ahmet Uysal, kitabın altı yılı aşan yazılış serüveninde kimlerin yardım ettiğini, nasıl destek verdiklerini geniş geniş anlatınca abimiz biraz ironi kokan şu cümleyi sarf etti: “Yahu Selim kardeşim. Baksana şu kitabı neredeyse yüzlerce kişi hazırlamış. Hâlbuki biz bundan daha geniş kitapları kimsenin yardımı olmadan yazıyoruz.
  3. Kitapta farklı kişilerin aynı olayı anlatmaları sebebiyle bazı yerlerde lüzumsuz uzamalar olmuş. Bazı anlatımlar ise birkaç sayfayı aşmış.
  4. Kitaptaki hikayelerde akıcılık yok. Bu hikayelerin kahve müdavimlerinden Mustafa Kutlu’nun kaleme almasını isterdim.
  5. Kitabın sayfa tasarımında da bazı eksiklikler mevcut. Onlarca yerde tırnak içindeki bazı konuşmaların bitiminde cümle devam edecekken paragraf yapılmış. (41-134-155-239-378-464 vb.)
  6. Bazı sayfalarda ise resim sığmadığı için diğer sayfaya atlandığı için sayfa altlarında boşluklar ve metinlerde kopukluklar meydana gelmiş. (128-147 vb.
  7. Kahveye tarihsel bakış ana başlığının başladığı bölümdeki yazıya başlık konmalıydı. Çünkü Kahveye tematik bakış isimli bölüm arkasından gelen yazıda başlık var.

DOĞU TÜRKİSTAN’DA SÜREN ÇİN ZULMÜ

Bizim inancımıza göre, küfür devam eder ama zulüm asla devam etmez. Zalimler er veya geç yaptıkları zalimliklerin cezasını görürler. Tarih bunun en güzel şahididir.

Allah (cc) Kur’an’ın da zalimlerin netice itibariyle nasıl birer belaya uğrayacaklarını özetle şöyle beyan eder:

“Böylece Biz, kazandıkları dolayısıyla zalimlerin bir kısmını bir kısmının başına geçiririz.” (En’am, 129), “Şu muhakkak ki zalimler iflâh olmaz.” (En’am, 135), “Zalimler için acı bir azap hazırlanmıştır.” (İnsan, 31)

Bugün ne yazık ki Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda büyük zulümler yaşanmaktadır. Sırf inancından dolayı zulme uğrayan, sürgüne gönderilen, hapse atılan, yaralanan, öldürülen, milyonlarca Müslüman var.

Bu zalimliklerin yapıldığı yerlerden biri de kadim Türk yurdu Doğu Türkistan’dır.  Doğu Türkistan Türklerin en eski yurtlarından hatta ilklerinden biridir. Türk tarihinin en eski devleti Hun İmparatorluğu bu topraklarda kurulmuştur.  Arkasından aynı topraklarda Göktürk ile Uygur Hakanlıkları devletleşmiştir. Bugün Doğu Türkistan’daki Türk nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Uygurlar, Bumin Kağan’ın 580 yılında kurduğu Göktürk Devleti’nin kurucuları arasında vardır.

Tarihin en zalim milletlerinden biri olan Çin, Doğu Türkistan isminin sırf politik bir kavram olduğunu dile getirse de bu asla gerçeği yansıtmamaktadır.

Doğu Türkistan coğrafya olarak Çin için çok stratejik bir konumdadır.  Bu sebeple Çin Doğu Türkistan’dan asla vazgeçmez. Doğu Türkistan’da büyük oranda yer altı kaynaklarının olması da Çin’in bu topraklardan vaz geçmemesinin önemli sebeplerindendir. 

Çin, işgal ettiği Doğu Türkistan topraklarından çekilmek ve burada bağımsız bir devlet kurulmasına asla izin vermez. Bunun için bağımsızlığa yönelik herhangi bir faaliyeti anında bastırmayı kendisine ilke olarak kabul etmiştir. Çin bu baskı ve zulümleri yaparken ne yazık ki hiçbir uluslararası ilkelere uymamaktadır. Bir yandan haber alma ve iletişim özgürlüğü de dâhil olmak üzere her türlü özgürlüğü ortadan kaldırıp, Doğu Türkistan’ı kapalı bir kutu haline getirirken diğer yandan yaptığı bu zulümleri haklı göstermek ve Doğu Türkistan’ı mümkün olduğunca dünya gündeminden uzak tutma çalışmaları da yapmaktadır.

Çin sanayisi için hayati önem taşıyan, Orta Asya Türk Devletlerinden gelecek herhangi bir boru hattının doğal güzergâhı Doğu Türkistan olacaktır. Böyle bir taşıma sisteminin Çin için sağlıklı ve güvenilir olmasının en garantili yolu ise Doğu Türkistan’ın kendi denetimi altında bulunmasıdır. Zengin doğal gaz, kömür ve bakır yatakları da Doğu Türkistan’ı Çin ekonomisi için vazgeçilmez kılmaktadır. Kızıl Çin topraklarında çıkarılan 148 çeşit madenin 118 çeşidi Doğu Türkistan topraklarında yer alması meselenin önemini anlatma bakımından yeterlidir. Çin işgal yönetiminin amacı Doğu Türkistan’ın gelişmesini sağlamak değil, Çin ekonomisinin temel taşlarından biri olan bu bölgeyi tam anlamı ile Pekin’e bağlı hale getirebilmektir. Bunun için Doğu Türkistan’da neredeyse 90 senedir tam bir soykırım politikası uygulamaktadır.

Bu bir iddia değil gerçeğin yansımasıdır. Doğu Türkistan’da uygulanan soykırımın tarihçesine kısa bir göz gezdirdiğimizde şu zalimlikleri görürüz:

1943 yılında Çin Doğu Türkistan’a girdi.

1944 yılında Çin istilasına karşı Gulca şehrinde ayaklanma çıktı. Bu, diğer şehirlere de yayıldı.

7 Kasım 1944 tarihinde Gulca’da Doğu Türkistan Cumhuriyeti kuruldu. 1949 yılında Rusya’nın baskısı Doğu Türkistan yönetiminin feshine sebep oldu. Bölge, Çin yönetimine geçti ve Çin buraya “yeni topraklar” (yeni sınır) anlamına gelen Sincan (ya da Şincan) adını verdi.

1955 tarihinde Doğu Türkistan, “Sincan Uygur Otonom Bölgesi” adını aldı.

30 Ocak 1950 tarihinde, Uygurlar “İşgal karşıtı Grup” adı altında Çinli işgalcilere karşı savaştı. 2 bin Uygur ve Kazak şehit oldu. 

1950 Nisan ayında yaklaşık 20.000 insan Kumul’da Osman Batur liderliğinde Çin işgalini protesto etti ve binlerce kişi öldü.  

1951 Şubat ayında, Osman Batur’un oğlu Şirdiman Osman, babasının mirasını devraldı ve Çinli işgalcilerle savaştı.  

1951 yılında Gulya kentinde kanaat liderleri gizlice “51 Cemiyetini” kurdu. Çin devleti gizli bir şekilde cemiyetin birçok üyesini tutukladı. 

1953 yılında tüm Doğu Türkistan genelinde direniş hareketleri gerçekleşti. Çin devleti, savaşçıları bastırmak için binlerce âlimi ve kanaat önderlerini tutuklattı, işkence etti ve infaz ettirdi.

1955 yılında Hoten ayaklanmaları baş gösterdi. 1958 yılına kadar ayaklanmalar bütün Doğu Türkistan’a yayıldı.

1956 Mart ayında başlayan direniş hareketi boyunca 800 Uygur Çin askerleri tarafından katledildi.

1957 yılında, Urumçi ve Ulanbay bölgesindeki Uygur Atlı Birliği Çin devletine karşı bir protesto hazırlığına giriştiler. Ancak, planları Çin devleti tarafından keşfedildi ve Çinliler tüm asker ve subayları tutukladı, işkence etti ve infaz etti. 

1958 Ekim ayında, genellikle Kazaklar ve Uygurların yaşadığı yerlerde  protestolar düzenledi. Ancak Çin devleti protestocuları acımasızca etkisiz hale getirdi.

1958 Ekim ayında Kumul’da 7.000 kişinin katıldığı bir protesto gösterisi yapıldı ancak göstericiler Çin devletinin zalim elini bir kez daha gördüler.  

1959 yılında 24 bin Uygur Aksu’nun Bay ve Tokşun bölgelerinde Çin devletinin sözde “eşitlik” uygulamaları sebebiyle açlıktan öldü.

1962 yılında 10.000 Uygur Kaşgar’ın Payziwat bölgesinde açlıktan öldü.

1969 yılında “Doğu Türkistan Halk Partisi” Çin işgaline karşı protestolar başlatmak istedi ancak Çinli casuslar tarafından planları fark edildi ve Çin devleti tarafından 32 bin kişi tutuklandı, işkenceye maruz kaldı ve yüzlerce insan infaz edildi.  

1980 yılında Çin devleti Uygur bir yazar olan Abdülhamid Mahsud’u yazılarında Çin devletinin cürümlerini ortaya koyduğu için idam etti.

27 Mayıs 1981 tarihinde 200’den fazla “Doğu Türkistan Savaşçısı” Çin Halk Güvenlik Bürosu (PSB) tarafından öldürüldü.

1982 yılında Urumçi’de demokrasi yanlısı bir mücadele başladı. 1985 yılında ise binlerce Müslüman Türk öğrenci, Urumçi Üniversitesi’nde dersleri bir hafta süre ile boykot etti.

12 Aralık 1985 tarihinde üniversite öğrenciler Urumçi sokaklarına ve Çin işgalini protesto ettiler. Daha sonra gösteriler Kaşgar, Aksu, Hotan ve Boratola’ya sıçradı, toplamda 15 bin öğrenci protestolara katıldı.

15 Haziran 1988 tarihinde Uygur üniversite öğrenciler Çin devletinin Doğu Türkistanlılara karşı yürüttüğü ayrımcı politikaları görüşmek üzere bir toplantı düzenledi. Toplantının ardından 4 bin öğrenci Urumçi sokaklarından Çin rejimini protesto etti.

1989 yılında Müslümanlar, İslamiyet’e karşı hakaretlerin son bulması ve demokratik haklarının verilmesi amacıyla gösteriler düzenlediler.

18 Mayıs 1989 tarihinde “Xingjiang İslami Enstitüsü” öğrencileri “cinsellik ve gelenek” isimli bir kitabı protesto ettiler. Kitap Çin devleti tarafından desteklenen Çinli bir yazar tarafından yayımlanmıştı. Kitabın amacı Uygur geleneklerini ve Müslüman ahlakını İslami inançlara, Uygur geleneklerine ve cinsel hayat tarzına saldırarak değiştirmekti. Olaylar sırasında herhangi bir taşkınlık yapmayan 300 kişi tutuklandı.

5 Nisan 1990 tarihinde Ramazan ayında Doğu Türkistan’ın Barın kasabasında Çin’in gerçekleştirdiği katliamda dört yüzden fazla Müslüman Türkü katledildi. Olaylar bastırıldıktan sonra binlerce Müslüman Türk’ün idam edildi.

4 Mayıs 1990 tarihinde Şeyh Zaydun Yusuf liderliğinde yüzlerce çiftçi Kaşgar’ın Akto bölgesindeki Baren şehrinde Çinlileri protesto ettiler. Çinlilerin çok sert müdahale etmesi sonucunda köyleri basarak, ayrım gözetmeden yüzlerce insanı öldürdüler.  

29 Eylül 1994 tarihinde Çin, Urumçi’yi ele geçirdi.

7 Temmuz 1995 tarihinde Hotan’da binlerce Müslüman yürüdü, gösteriler düzenledi. Sebep, bir Cuma namazından sonra cami imamının tutuklanmasıydı.

 27 Eylül 1995 tarihinde Kaşgar’da halk, idama mahkûm edilen gençlerin cezalarının indirilmesi isteğiyle gösteriler düzenledi.

1995 yılında, Çin devleti, halk tarafından kendisine büyük saygı duyulan Uygur âlim Ablet Mahsum’u Hotan’da kaçırdı.

9 Şubat 1996 tarihinde Ahmedhan Hamut Aksu’nun Onsu bölgesindeki Uygurlara zalim Çin rejimine karşı olan mücadelede liderlik etti. Çin devleti Uygurlara en ağır şekilde saldırarak protestoculardan bazılarını öldürdü ve cesetleri de Tarım Yolu yakınlarında Taklamakan Çölü’ne gömdü.

5 Şubat 1997 tarihinde binden fazla Uygur Gulya şehrinin sokaklarında zalim Çin rejiminin Doğu Türkistan’daki politikalarını protesto etti. Çin polisinin açtığı ateş sonucunda 560 kişi öldürüldü. Daha sonra Çin devleti 75.000 Uygur sivili sorgulamaya aldı ve bunlardan 4.000 tanesini hapishanelere gönderdi. (https://www.mepanews.com/dogu-turkistan-tarihinin-ozeti-ve-cin-isgali-8917h.htm)

1998 yılında, İmin Haşim liderliğindeki Müslümanlara Çin polisi saldırdı ve başta şeyh İmin olmak üzere onlarca Müslüman öldürüldü.

11 Eylül 2001 tarihinde bu yana Çin devleti Uygurlar üzerindeki zalimliklerini ve baskılarını daha da artırdı. Çinliler herkesin gözleri önünde binlerce Uygur’u infaz etti ve on binlercesini hapishanelere yolladı.

2002 yılında Çin devleti üniversiteler Uygurca eğitimi kaldırarak Doğu Türkistan’da bir asimilasyon operasyonu başlattı. Binlerce Uygur işlerini Çinli göçmenlere kaptırdılar.

2003 yılında Çin tüm Doğu Türkistan’daki ilk ve ortaokullarda “çift dilli” eğitim sistemini uygulamaya başladı. Binlerce Uygur öğretmen işlerini “yetersiz” olduğu gerekçesiyle kaybettiler. Bu çift dilli eğitim sistemi Uygur halkı tarafından bir “beyin yıkama” uygulaması olarak görülmektedir. 

2004 yılından itibaren Çin devleti zor kullanarak yaşları 16-25 arasında değişen binlerce genç Uygur kızı, memleketlerinden kopartıp Çin’in iç bölgelerine ucuz iş gücü olarak kullanmak üzere yolladı. Bu kızlardan birçoğu ya kendi canlarına kıydılar ya da Çinli patronları tarafından cinsel tacize maruz kalıp, fahişelik yapmaya zorlandılar. 

2005 yılında, Çin devleti Doğu Türkistan’da “şehirleşme ve modernizasyon” adından yeni bir uygulamaya başladı. Bu politika adı altında devlet çok sayıda geleneksel Uygur evini ve kadim Uygur şehirlerini yerle bir etti. Bu alanlara yeni Çin stili evler diktiler ve bu evleri milyonlarca Çinli göçmenin barınak ihtiyacını karşılamak için kullandılar.  

2006 yılından itibaren Çin devleti binlerce genç Uygur erkeği Çin’in iç kesimlerine ucuz işçi olarak transfer etti. Bu uygulamaya karşı çıkanlar hapsedildi.

2008 Olimpiyat Oyunları’nın Çin’de yapılması nedeniyle Çin devleti Doğu Türkistan’daki politikalarını daha da sıkılaştırdı. Devlet fırsat bulduğu her yerde “toplumsal istikrarı sağlama” bahanesiyle Uygurlara şiddet uyguladı ve hapsetti.

23 Mart 2008 tarihinde yüzlerce Uygur kadın Hotan’da Çin işgalini ve devletin haksız ve zalim politikalarını protesto etti. Birçok kadın tutuklandı ve işkence gördü.

25 Haziran 2009 tarihinde fabrika işçisi kıyafetleri giymiş 10.000’den fazla Çinli asker ve polis Shao Guan Şehrindeki bir fabrikada çalışan 800 Uygur işçiye saldırdı. Saldırıda 100’den fazla Uygur işçi katledildi.

5 Haziran 2009 tarihinde binlerce Uygur üniversite öğrencisi Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi’deki “Halk Meydanı’nda” toplandı ve Shao Guan saldırısını barışçıl bir şekilde protesto etti. Protestocular, devlete olayın sorumlularını adalet karşısına çıkarması çağrısında bulundu. Halkın isteklerini çözmek yerine, Çin devleti tam teçhizatlı binlerce polis ve zırhlı araç gönderdi ve halk üzerine ateş açılması emri verdi. Uygur kaynaklarına göre Çin devleti üç bin Uygur’u öldürdü,  on binin üzerinde Uygur’u da tutukladı. 

3-4 Ekim 2009 tarihlerinde Çin devletinin teşvikiyle binlerce Çinli göçmen Urumçi sokaklarına çıktılar. Devletten son zamanlarda yaşanan ve Uygurların hedef gösterildiği ilginç şırıngalı saldırılar hakkında harekete geçmesini talep ettiler. Çinli göçmenler sokakta gördükleri her Uygur’a saldırdı, insanları yaraladı ve öldürdü. Uygur kaynaklarına göre, Çinliler 300 kişiden fazla Uygur’u katletti. (Uygurlu aktivist ve Talk to East Turkestan sayfasının yöneticisi Abdugheni Sabit tarafından kaleme alınan çalışma. Https://www.mepanews.com/dogu-turkistan-tarihinin-ozeti-ve-cin-isgali-8917h.htm)

22 Nisan 2013 tarihinde Çin polisi her zamanki gibi kanunsuz olarak bazı evlerde arama yapmak istedi ve bu esnada karışıklık çıktı. Olaylarla ilgili olarak yüzlerce Müslüman Türk tutuklandı ve iki Uygur Türkü idama mahkûm edildi. Benzer bir olay, 26 Haziran 2013 tarihinde Turpan’da da meydana geldi. Bu olayla ilgili yine iki kişi idam cezasına çarptırıldı.

Temmuz 2014 tarihinde yaşanan olaylar ‘ibadet özgürlüğü’ kısıtlamasından kaynaklandı. Özellikle ramazan ayında oruç yasağı getirilmesi protestolara neden oldu. Yarkent bölgesinde başörtülü kadınlara yapılan saldırı sonrası büyüyen protestolara silah kullanarak cevap veren Çin güçleri katliam yapmaktan çekinmedi.  

Olaylar silah gücüyle bastırılsa da ağır baskılar sonucu oluşan gerginliklerin biri bitmeden öteki başlıyor. 

Çin devlet güçlerinin orantısız güç kullanması sonucu yakın tarihin en büyük toplu katliamları yaşandı. Uluslararası İnsan Hakları kuruluşları Temmuz ayı sonlarından bu yana Doğu Türkistan’ın Yarkent bölgesinde çıkan olaylarda 2 bin kişinin ölmüş olabileceğine dikkati çekiyor. 

Bugün de Çin zulmü bütün zalimliği ile devam etmekte, İlham Tohti gibi Uygur Profesörler ömür boyu hapis cezasına çarptırılmakta, kadın çocuk demeden Çin zalimliklerine ve katliamlarına devam etmektedir.  

Emperyalist emeller taşıyan Çinliler, Doğu Türkistan’daki mezalimini sürdürürken diğer yandan da İslam kültür ve tarihini yok etmeye devam ediyor.

Çin’in zulüm kamplarında tutulan Uygur ve Kazaklardan oluşan esirler sistemli ve sürekli şekilde aşağılanarak kimliksizleştirilmeye maruz bırakılmaktadırlar.

Bugün maalesef bir milyondan fazla insan politik eğitim kamplarında zorla tutuklu bulunuyor. İstihbarat memurları ise “aile üyeleri” olarak sivil ailelerine yerleştirilmektedir. Her köşede kontrol noktaları kurulmuş ve her cihaza casus yazılımları zorunlu olarak yüklenmiştir.

Emperyalist Çin devletinin bu kamplardaki esas maksadı Müslüman Türklerin onurlarını kırarak tam bir soykırım uygulamaktır.

Bu kalplerde yapılan beyin yıkama, baskı, zulüm ve işkenceler uluslararası arenalarda da sık sık gündeme gelmektedir.

Bu kamplardaki esir tutulan kadın ve erkeklerden oluşan Müslüman Türkler her gün çok erken kaldırılmakta ve Çin devlet marşı eşliğinde bayrak törenine katılmaya zorlanmaktadırlar. Daha sonra saatlerce devam eden ezberleme ve ideolojik eğitime tabi tutularak kendi inanç, örf ve adetlerinden vazgeçirilmeye çalışmaktadırlar. Bu tam anlamıyla kültürel bir asimilasyon politikasıdır ve maalesef birkaç cılız ses hariç dünya Çin’in bu zulmüne sessiz kalmaktadır.

Kültürel soykırım, çocukları zorla ailelerinden uzaklaştırma; milli dil kullanımını kısıtlama; kültürel faaliyetleri yasaklama ve okulları, dini kurumları, tarihi mekânları yok etme gibi tedbirlerle bir toplumun kimliğini ortadan kaldırmak anlamına geliyor. Fiziksel soykırımın aksine kültürel soykırım şiddet içermiyor. Liderlik yapan Uygur Türklerinin ailelerinden uzaklaştırılması, akademisyenler ile diğer toplum liderlerinin hedefe alınarak tutuklanması ve “Eğitim Kamplarına” atılması, okullarda Uygurca öğretim vermenin yasaklanması, camilerin yıkılması, hatta saç, sakal, kıyafet ve isimler gibi kültürel kimliğin göstergelerine yönelik ağır biçimdeki kısıtlamalar, Çin’in Uygur kimliklerini kökünden kurutmak için gösteren çabalarının delilleridir.

Kültürel soykırım olarak nitelendirilen eylemlerden çocukların zorla ailesinden uzaklaştırılması cinayet olarak belirlenmiştir. (https://www.turktoyu.com/cin-dogu-turkistan-da-simdilik-kultur-soykirimi-yolunu-tuttu-ya-sonra)

Emperyalist Çin zulmü bugün de bütün zalimliği ile Doğu Türkistan’da devam etmektedir. Süren bütün baskılara rağmen Doğu Türkistanlıların insan hakları ve bağımsızlık mücadeleleri uluslararası hukuk çerçevesinde devam etmektedir. Ne yazık ki Doğu Türkistan’ın uluslararası hukuktan doğan bu hukuki bağımsızlık hakkını terörize etmek isteyenlerin başında ABD gelmektedir. Çin’den kat kat zalim ve emperyalist bir zihniyet taşıyan ABD, Doğu Türkistan üzerinden Çin’e yönelik manevralar yapmakta ve güya insan hakları mücadelesi verdiğini iddia etmektedir. İsrail’in Filistin’de on binlerce kadın ve çocuğun öldürülmesine çanak tutan ABD’nin Doğu Türkistan’daki Müslüman Türklere hamilik yapma girişimi tamamıyla bir aldatmacadır. Umarım Çin’e karşı insan akları ve bağımsızlık mücadelesi veren Doğu Türkistan sivil toplum kuruluşları bu ayrıntıya dikkat eder ve ABD’nin Doğu Türkistan’ı terörize etme girişimlerine alet olmazlar. Böyle bir yanlışlık Çin gibi zalim ve emperyalist bir ülkenin acımasız biçimde Doğu Türkistan’ı yok etmesiyle sonuçlanabilir. Yapılan mücadeleler uluslararası hukuk ve insan hakları çerçevesinde devam ettirilmeli, Çin’in zalimliği belgeleriyle bütün dünyaya anlatılmalı ve mücadele haklı bir zemine oturtulmalıdır. Aksi durumlar Çin’in Doğu Türkistan’a yönelik yeni katliamlara girişmesine sebep olur ki, bunun vebalinin altından kimse kalkamaz. Bu durum ABD’nin Doğu Türkistan’ı terörize etme gayretlerine hizmet etmek anlamına gelir ki hiçbir Doğu Türkistanlının bunu isteyeceğine asla ihtimal vermem.

Makalenin başında da belirttiğim gibi bizim inancımıza göre, küfür devam eder ama zulüm asla devam etmez. Zalimler er veya geç yaptıkları zalimliklerin cezasını görürler. Tarih bunun en güzel şahididir.  Çin’de yaptığı bu zalimliklerin, katliamların hesabını bir gün mutlaka verecektir. Yeter ki biz aklımızı çalıştırarak Allah’ı razı edecek bir mücadele stratejisi geliştirelim.

İttihatçılar da ölür ittihatçılık da!

Bana göre ülkemizde son zamanlarda yetişen en entelektüel kişilerden biri olan hemşerim Mustafa Çalık bu dünyadaki vazifesini bitirip gerçek âleme göç etti. Rabbim mekânını Cennet eylesin. Hemşerim diyorum; çünkü Çalık her ne kadar Gümüşhane’ye başlı Çalık köyünden ise de (Çalık ile benim köyüm Çerçi arasında 10 km var.) annesi Bayburt’un Sünür köyündendir. Liseyi de Bayburt’ta bitirmiştir.

17 Temmuz 1956 doğumlu olan Çalık, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. 1983 yılında Yüksek lisans, 1993 yılında da “Siyasî Kültür ve Sosyolojinin Bazı Kavramları Açısından MHP Hareketi (1965-1980).” İsimli çalışmasıyla Doktorasını tamamladı.

Mustafa Çalık “Ülkücü” kökenden geliyordu ve bunu her platformda belirtmekten hiç çekinmemiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesinde okurken “Ülkü Ocaklarında” görev aldı.  Aynı dönemde Muhsin Yazıcıoğlu Ülkü Ocakları Başkanı’dır. Muhsin Yazıcıoğlu 1992’de MÇP’den ayrılarak parti kurduğunda da yanında yer almış ve genel başkan yardımcılığını yapmıştır.

Siyasal’ı bitirmesine rağmen on yıla yakın devlet görevinde bulunan Çalık, 1989 yılında görevinden ayrılarak “Türkiye Günlüğü Dergisini” çıkarmaya başladı.  

Uzun soluklu bir yayın hayatına sahip “Türkiye Günlüğü” isimli derginin sahipliğini ve yayın yönetmenliğini yürüttü. Dergide ülke sorunlarına köklü çözümler üreten her kesimden yazılara yer verdi. Bu anlamda “Türkiye Günlüğü” bir okul mesabesindedir. Derginin birçok özel sayısı kütüphanemde mevcuttur.

Çalık, Necip Fazıl’ın değimiyle “Cins bir kafaya” sahipti. Kendi doğrularını sonuna kadar savunmaktan asla vazgeçmeyen bir karakteri vardı. Onun için haklı olduğu her meseleyi mutlak doğru olarak kabul etmiştir. Belki de bunda Bayburt’un suyunu içmenin tesiri vardır; çünkü bizim Bayburtlular da “Dediğim dedik, çaldığım düdük.” Dedikten sonra asla başka alternatiflere yönelmezler.

Çalık’ı birçok televizyon programında izledim. Ülke meselelerine vukufiyeti oldukça derindi. Savunduğu tezlerini delile bağlamayı severdi. Kendi doğrularını mutlak gördüğü için başkalarının bu hususta serdettiği düşüncelere pek sıcak bakmazdı. Bunun için yakınındaki birçok arkadaşını küstürdüğü bilinmektedir.

Çalık’ın vefatından sonra sosyal medyada bir tartışma başladı. Çalık için taziye veren bazı arkadaşlar onun, “Son İttihatçı” olduğunu vurguladı ve “İttihatçılar ölür ama ittihatçılık ölmez.” Sözünün ona ait olduğunu ileri sürdüler.

Bizim toplumumuzda bir anlayış var: Bir kişiye hayatta iken önemsemeyen ya da gereken değeri vermeyenler öldükten sonra, “Keli perçem saçlı, körü de badem gözlü” yapmakta mahirdir. Bu anlayışı Mustafa Çalık’ın vefatından sonra da sergilendiğini gördüm. Başta da değindiğim bazıları değer vermese ve görmezden gelse de Çalık, ülkemizin son yıllarda yetiştirdiği en entelektüel kişilerden biriydi. İdealist bir yaşam sürmüştü. İnançlarından taviz vermemeyi ilke haline getirmişti. Çalık, yatağını bulamamış coşkun bir ırmak gibi durmadan aktı ama ne yazık ki kendi denizini oluşturamadı.  

Gerçekten de Mustafa Çalık birilerinin iddia ettiği gibi “İttihatçı mıydı?”?

Biraz araştırma yapanlar Çalık’ın bu hususta bir gazeteciye verdiği cevabı sosyal medyada bulabilirlerdi.

Hastalığı ortaya çıktıktan sonra katıldığı bir televizyon programında sunucu, “Size niye son ittihatçı diyorlar. Son ittihatçı siz misiniz?” şeklinde bir soru sormuştu. Rahmetli Çalık bu soruya şöyle cevap vermişti:

“Böyle bir sıfatı hak ettiğim kanaatinde değilim. Bunu beni seven, benden yaşça küçük kardeşlerimin teveccühü sayıyorum. Onların muhabbetine addediyorum. Son yıllardaki ağır hastalığım sebebiyle beni hoşlukla yolculama dileklerine bağlıyorum. Yoksa çok söylenmiş bir söz vardır: ‘İttihatçılar ölür ama ittihatçılık ölmez.’ Ruslar derler ki; bir Rus’u biraz kazıdınız mı altından Tatar çıkar. Bir Türk’ü de biraz kazıyın altından ittihatçı çıkar. Onun için son ittihatçı sözünü kabul edemem. Bu dünyada son Türk demektir. Ben son Türk değilim. Türklük yaşadıkça ittihatçılık Türklüğün direnme azmi olarak Türk ruhunda yaşayacaktır.”

Çalık bu cevabında tevazu gösterip ittihatçılığı kabul etmemiş gibi görünse de aslında kabul etmektedir. Hatta ittihatçılığı neredeyse ulaşılamaz bir hedef gibi gösterdi.

Peki nedir bu ulaşılamaz gibi görünen ittihatçılık?  

İttihatçılık, 1908 yılında Jön Türk Devrimi‘ni gerçekleştiren ve 1913’ten 1918’e kadar Osmanlı İmparatorluğu‘nu yöneten ve yıkılmasına sebep olan İttihat ve Terakki Cemiyeti‘nin ideolojisiydi. İttihat ve Terakki; Osmanlı Devleti’ndeki Mutlakiyete karşıt olarak Fransızların “Liberté, égalité, fraternité” özdeyişini “Hürriyet (Özgürlük), Müsavat (Eşitlik), Uhuvvet (Kardeşlik)” kavramlarıyla çevirmiş ve benzer anlamlara gelecek şekilde bizde de kullanmaya çalışmıştır.

1908-1918 arasında İttihat ve Terakki’nin merkezi olan “Pembe Konak” üzerinde “Adalet, Hürriyet (özgürlük), Uhuvvet (kardeşlik), Müsavat (eşitlik) ve İttihad (birlik)” yazısı yazılmıştır.

İttihat ve Terakki Osmanlı İmparatorluğu‘nda İkinci Meşrutiyet‘in ilanına önayak olup 1908-1918 yılları arasında faaliyet gösteren, 21 Mayıs 1889 tarihinde kurulmuş bir siyasal hareket ve siyasi partidir. 

Başlangıçta devletin anayasal düzene tekrar kavuşmasını ve Meclis-i Mebûsan‘ın tekrar açılmasını amaçlayan gizli bir dernek olarak kurulan örgüt; anayasanın kabul edilip İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra iktidarı denetleyen bir siyasî parti (İttihat ve Terakki Fırkası) halini almış; 1913 yılında Bâb-ı Âli Baskını‘ndan sonra ise yönetimde hakim olmuştur. Üyeleri “İttihatçılar” olarak tanınmıştır.  

İttihat ve Terakki, bir siyasî hareket olduğu kadar bir devrin ve bir kuşağın adı olarak kabul edilir. İttihatçılar, kendilerinden önce gelen Yeni Osmanlılar kuşağının devamıdır; kendilerinden Jön Türkler” diye de bahsedilir.

Auguste Comte ve Gustave Le Bon gibi Fransız entelektüellerinden güçlü bir şekilde etkilenen İttihatçılar, bilim elitlerinin yönetimi fikrini benimsemişlerdi. 

İTC Merkez Komitesi yoğun Türk milliyetçilerinden oluşmasına rağmen, 1912-1913 Birinci Balkan Savaşı‘ndaki yenilgiye kadar, imparatorluğun Türk olmayan halkını rahatsız edeceği için Türk milliyetçiliğini kamuoyu önünde vurgulamadı. İttihat ve Terakki için bir başka sorun da, imparatorluktaki etnik Türklerin çoğunluğunun kendilerini kesinlikle Türk olarak değil, sadece Türkçe konuşan Sünni Müslümanlar olarak görmeleriydi.

Cemiyet, 1890 tarihinde kuruluş amacını şu şekilde açıklamaktadır:

“Mevcut hükümetin adalet, müsavat, hürriyet gibi beşeri hukuku ihlal eden ve bütün Osmanlıların ilerlemelerine engel olmaktadır. Vatanı ecnebilerin tasallutuna maruz bırakan idare usulünü İslâm ve Hristiyan vatandaşlarımızı ikaz maksadıyla kadın ve erkek bilcümle Osmanlılardan mürekkep, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti teşekkül etmiştir.”

İttihat Terakki Cemiyetine katılmak için üyelerinin yemini ise şöyleydi:

“Dinim, vicdanım, namusum üzerine yemin ederim ki; esas amacı, İslamiyetin yüceltilmesi ve Osmanlıların birliği ve ilerlemesi (ittihat ve terakkisi) için çalışmaktan ibaret olan bu örgütün, üyesi olduğum şu geceden itibaren her türlü usulüne ve kurallarına uygun hareket edecek ve hiçbir sırrını dışarıdan hiçbir kimseye ve hatta örgüt içindeki kişilerden izinli olduklarımdan başkasına kesinlikle açık etmeyeceğim.

Yemin ederim ki millete özgürlük haklarını tanıyan Anayasa’nın tamamen uygulanmasını ve yürürlüğünün devam etmesini ‘ulaşılmak istenen hedef’ bilen örgütün kararlarını ve sorumluluğuma bırakılacak olan görevlerimi tamamen yerine getirmekte kuşku duymayacağım.

Yine namusum üzerine yemin ederim ki, şimdiki yönetimin zulüm pençesine düşerek tutuklandığım bir durumda dahi, etlerimi kemiklerimden ayıracak bir işkenceye çarpılacak olsam bile örgütün sırlarını ve üyelerinden herhangi birinin adını bildirmeyeceğim. Örgüt üyelerinden biri herhangi bir felakete uğrarsa, kendisine ve ailesine, varlığım yettiği kadar nakden ve bedenen yardım etmekte kusur etmeyeceğim. Şayet namuslu insanlara yakışır bunca taahhüde rağmen hainlik edecek olursam, alçaklık edenleri nerede bulunursa bulunsun soruşturmaya yetkili kılınan örgüt görevlisinin yerine getireceği idam cezasına karşı, şimdiden kanımı helal ederim. Vallahi ve billahi!”

Kurulduğu dönemlerde ortamın hassasiyeti dolayısıyla takiye yapan ve gerçek kuruluş amacını göstermeyen İttihat Terakki Cemiyetine katılan bazı Osmanlı aydınları, onların gerçek maksatlarını anlayınca yollarını ayırmışlardır.

İttihat Terakki 22 Eylül 1909 tarihinde Selanik’te bir gizli kongre düzenledi. Mustafa Kemal kongreye Trablus delegesi olarak katıldı. Kongrede yaptığı konuşmasında partiyi tenkit etti. Cemiyet içinde subayların bulunmaması gerektiğini, siyasetle uğraşanların ise askerlik görevini bırakması gerektiğini söyledi. Aksi halde askerî emir-komuta zincirinin, cemiyetin hiyerarşisi ile karışacağını ve askerî disiplinin sekteye uğrayacağını öne sürdü. Ona göre cemiyet, komita hüviyetinden çıkmalı ve partileşmeliydi. Birçok parti yöneticisi Mustafa Kemal’in görüşlerine katılmadı. Sadece daha önceki kongrede aynı fikri savunmuş olan Kâzım Karabekir destekledi. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal 1919 yılına kadar siyaseti bırakmış, sadece askerlikle ilgilenmeye başlamıştır.

Nisan 1909’da cemiyete muhalif gazeteci Hasan Fehmi Bey‘in Galata Köprüsü üzerinde kimliği belirsiz bir kişi tarafından öldürülmesi üzerine çıkan olaylar, İttihad Terakki Cemiyeti iktidarına karşı 31 Mart Vakası adıyla bilinen ayaklanmaya yol açtı. Bu ayaklanma Selanik’ten gelen askerî birlikler tarafından bastırıldı ve cemiyet eskisinden daha güçlü bir şekilde iktidara yerleşti.

31 Mart’ın sorumlusu olarak gösterilen II. Abdülhamid tahttan indirildi. Yerine getirilen V. Mehmed Reşad, iktidarın elinde bir kukla olmaktan ileri gidemedi. Ağustos 1909’da yapılan Kanun-ı Esasi değişikliğiyle siyasi güç, meclisin tekeline alındı.

Ekim 1912’de çıkan Birinci Balkan Savaşı‘nın kısa zamanda hezimete dönüşmesi üzerine şiddetli bir milliyetçilik politikası benimseyen cemiyet; yenilginin suçunu hükûmete yükledi. 23 Ocak 1913 tarihinde Enver Paşa öncülüğünde silahlı bir grubun Bâb-ı Âli’de toplantı halindeki hükûmeti basması, Harbiye Nazırı Nâzım Paşa‘yı öldürmesi ve sadrazam Kâmil Paşa‘nın kafasına silah dayayarak istifaya zorlaması ile İttihat ve Terakki, askerî darbe ile iktidarı ele geçirdi.

Komiteci bir zihniyetle yönetilen İttihat Terakki iktidarı ele geçirdikten sonra yine kendi hükûmetini kurmadı ve Mahmud Şevket Paşa‘yı sadrazamlığa getirdi. Ancak 11 Haziran 1913 tarihinde Mahmut Şevket Paşa’nın bir suikasta kurban gitmesi üzerine cemiyet, iktidarda ağırlığını koydu.

Düzenlenen kongrede artık hükûmeti denetleyen bir örgüt değil, iktidar partisine dönüşmeye karar verildi. Fırka reisi Said Halim Paşa sadrazamlığında kapsamlı bir diktatörlük yönetimi kuruldu. Mahmud Şevket Paşa suikastı ile ilgili görülen 24 kişi idam edildi, cemiyete muhalif 250 dolayında kişi Sinop‘a sürüldü; muhalif gazeteler kapatıldı.

Harbiye Nazırı olarak atanan Enver Paşa, Talat ve Cemal Paşa ile birlikte partinin önderi oldu.

İttihat ve Terakki Fırkası bir iktidar partisi olarak yönetimde bulunduğu dönemde milliyetçi ve Batı yanlısı bir siyaset izledi. Eğitimin çağdaşlaşması, hukukun laikleşmesi için çalışıldı.  1914 seçimlerini ezici bir şekilde kazanan parti, Almanya ile askeri bir yakınlaşma başlattı. Enver Paşa’nın Alman yanlı siyaseti fırkanın siyasetini de doğrudan etkiledi.

Cemiyetin üst yönetimi ile Almanya arasında 2 Ağustos 1914 tarihinde hükûmete ve padişaha haber vermeden imzalanan ittifak antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı‘na Almanya safında katıldı. Bu olay cemiyet içinde eleştirilere ve bölünmeye yol açtı. Cavid BeyAhmed İzzet PaşaÇürüksulu Mahmud Paşa gibi önemli İttihatçılar hükûmetten ve askeri görevlerinden ayrıldılar. Fethi BeyRauf BeyMustafa Kemal gibi bazıları da görevde kalmakla birlikte Enver Paşa başkanlığındaki cemiyet yönetimine karşı çeşitli derecelerde tavır aldılar.

Savaş sırasında Talat Paşa sadrazamlığa getirildi. Harbiye nazırı ve başkomutan Enver Paşa’nın komutasındaki ordunun savaşın ilk aylarında Sarıkamış‘ta, daha sonra ise Filistin‘de ve Irak‘ta ağır yenilgiler alması ve Enver Paşa’ya yakınlığıyla tanınan İaşe Nazırı Topal İsmail Hakkı Paşa‘ya atfedilen büyük yolsuzluklar rejimi yıprattı.

I. Dünya Savaşı’ndaki yenilginin kesinleşmesinden sonra Talat Paşa hükûmeti 8 Ekim 1918 tarihinde istifa etti. 1 Kasım’da yapılan olağanüstü kongrede İttihat ve Terakki kendini feshetti.

Enver, Talat ve Cemal Paşa’nın liderliğini yaptığı İttihat Terakki iktidarının maceraları Osmanlı’nın yıkılmasına sebep olmuştur.  

Türk siyasi tarihinin en önemli figürlerinden ve Milliyetçi liderlerinden biri olan Alparslan Türkeş İttihatçıların Osmanlı’yı nasıl yıktıklarını bir konuşmasında şöyle özetlemiştir:

“Başka çok misaller var. İttihat ve Terakki Fırkası var. Enver Paşalar var, Talat Paşalar var, Cemal Paşalar var. Birçokları bunları çok beğenirlerdi. Efendim çok dürüst adamlardı, çok doğru adamlardı. Bak Enver Paşa gitti, Türkistan’da şehit oldu. Ama koca Osmanlı Devletini yıktıktan sonra neye yarar. 1908 yılında geldi İttihat ve Terakki iktidar oldu. Onlar iktidar olduğu zaman Arnavutluk Osmanlı Devletine bağlıydı. Osmanlı Devletinin sınırları Adriyatik Denizindeydi. Rumeli bizim elimizdeydi. Selanik, Manastır, Kosova hepsi bizim idaremizdedir. Libya ve Çad bizdedir. Yani sınırımızın bir ucu Afrika’nın ortasında, Ekvator çizgisindedir. Arabistan, Yemen bizdedir. Yani Osmanlı Devletinin bir ucu Hint Okyanusundadır. 10 sene sonra 1918 tarihinde hepsi gitmiştir, Anadolu da işgale uğramıştır. Anadolu’da tehlikededir. İşte İttihat ve Terakki, işte Enver Paşa, işte Talat Paşa, işte Cemal Paşa. Efendim çok vatanseverdiler. Çok dürüsttüler, hırsız değillerdi, bilmem ne değillerdi. Ama komitacıydılar. Komitacılıkla devlet adamlığı farklı şeylerdir. Bize akıllı, ileriyi gören devlet adamları lazım. Milletini tanıyan, tarihini bilen, kudretli devlet adamları lazım.”

Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığım ittihatçılığın Çalık tarafından savunulmasını doğrusu ciddi bir paradoks olarak görüyorum. Sadece Çalık değil, Türkeş’in izinden gittiği söyleyenlerin de bu açıklamalara rağmen hala İttihatçılığı savunması da tam anlamıyla bir paradokstur.

Yukarıda ittihatçılarla ilgili söylenen sözü şöyle değiştiriyorum:

“İttihatçılarla birlikte ittihatçılık ölmüştür. Hayali şeylerin ardından koşma devri bitmiş, aklını kullanma dönemi başlamıştır.”